Tut Bizi Orucum

Bütün dünyada açlığın ve az yemenin, yani aslında Sünnet’e uygun bir beslenme usûlünün en ideal hayat tarzı olduğunun konuşulduğu ve bununla alâkalı çalışmaların yapıldığı çağımızda, “arınma mevsimi” olarak zikredilen üç ayların içinde Ramazan Ayı’nın ve oruç ibadetinin ehemmiyeti pek büyüktür.

Şükründen âciz kaldığımız oruç ibadetinin faydalarıyla alâkalı hemen her sene bir yazı kaleme almaya çalıştıysak da; dile getirebildiklerimiz, bilinenlerin ancak satırlara sıkıştırılmış bir kısmından ibâretti.

İçimizde bizden habersiz inşâ edilen ve pek az kısmına vâkıf olduğumuz öyle mükemmel bir fabrika var ki, daha dünyaya gözümüzü açmadan bize ihsan edilmiş. Yemek yediğimizde ayrı çalışmakta, yemediğimizde ayrı; hattâ bizler uyurken bile aktif... Ne hissettiğimizi, neye niyet ettiğimizi hemen anlamakta... Hâlet-i rûhiyemizin sâkin, sürurlu, öfkeli vs. her hâline uygun bir çalışma tarzıyla yürütmekte işlerini… Biz ne yaşadığımızı idrâk edene kadar onlarca hattâ yüzlerce kimyevî faaliyeti devreye sokmakta.

Sayılı nefeslerimiz tükenene kadar bizimle olan bu sisteme çok iyi bakmamız gerektiği âşikâr... Kullanma kılavuzuna dikkat etmediğimiz takdirde, onu harap edeceğimiz de sır değil. Onu hem inşâ edenin tâlimatlarına göre kullanmalıyız, hem de servis zamanı geldiğinde iyi bir bakıma sokmalıyız. Kilometresi dolan araçlar gibi onun da revize olması gereken zamanlar var; bunları kaçırmamalıyız.

Yüce kudret, vücudumuzu belli miktar ve çeşitteki lokmaların ve suyun girişiyle çalışıp enerji üretebilen bir sistem şeklinde var etmiş; bu münasebetle gücü-kuvveti de alınan maddelerin, bahis mevzuu hususiyetlerine bağlı kılınmıştır. Burada bir denge tutturulmalı, belirli prensiplere bağlı kalınmalıdır.

Ancak sonsuz nîmetler bir sofra gibi önümüzde arz-ı endâm ederken -tek çeşit ve azıcık bir miktar bize, hattâ cümle mahlûkâta yeteceği hâlde- açık büfelere taş çıkartacak zenginlikte, çok özel paketlenmiş; tatlısı, tuzlusu, ekşisi, acısı, çeşnisiyle ikramlar karşısında; yumruğumuz kadar midemiz için îtidâli nasıl koruyacağız?

Fabrikamızın belirlenmiş gücüne rağmen durmamız gereken yeri nereden bileceğiz? Ete-süte, tavuğa-balığa, peynire-yumurtaya, zeytine-yağa, bala-hurmaya, karpuza-muza, çileğe-kiraza, pilava-çorbaya, böreğe-çöreğe... Daha sayamayacağımız, istifademize sunulmuş nicesine; iştahımız varken nasıl sabredeceğiz? Hangisinden ne kadar yemeli, hangisinden hiç yememeli? Ne de zor karar vermek; irâdemizi nasıl gemleyeceğiz?!

Hiçbir hususta aşırılığı sevmeyen Sahibimiz, yeme-içmede de îtidâli emretmiş. İnsanoğlu ise tabiat-ı asliyesi îcâbı, emredileni yaparken de nehy edilenden uzak dururken de nefsen zorlanmaya meyletmiş; hattâ nehy edileni yapmaya bâzen ayrıca heves etmiş. İmtihan gereği içine sırlanan iştah ve duygular da ona bu durumda âdeta yardım etmiş. Önünde dosdoğru bir yol ve o yolda yürüyen nurlu elçiler silsilesi, hem onu takip eden velîler ordusu; numûne-i imtisal bir hayat sergileyerek menzile uçup gitmiş. Diğer taraftan hevâ ve hevesine kapılanlar gürûhu, ömürlerini berbât edip Cehennem’e seğirtmiş.

İçinde meknuz sırlarla beraber bir taraftan da “çok zâlim ve câhil” (el-Ahzâb, 72) olduğu bildirilen insan, hangisinden gitse; acep nâra mı, nûra mı meyletse? Çekici görünen mi doğru ve diriltici, zor görünen mi? İçindeki zayıf seslere mi tâbî olsa, asırlardır gür sedâ ile seslenen örnek şahsiyetlere mi? Tecrübelerden ibret almayı mı tercih etse, bütün âleme ibret olmayı mı?!

İrâde terbiyesinde emredilen pek çok ibadet içinde orucun yeri apayrı... Zira helâllere bile “En Yüce İrâde’nin” rızâsı olmadıktan sonra belli saatler hâricinde el uzatamıyoruz. Helâller hususundaki bu hayat disiplinini kazanmamızın, haramlara meyletmeme konusunda da bizi eğiteceği âşikâr…

Ağzımıza atamadığımız her lokma, içemediğimiz her damla su; sessiz sedâsız dersler okutmakta... Tefekkür ve şükretmeden istifade ettiğimiz nîmetler, gerçek sahibini haykırmakta... Âdeta bütün kâinat, oruç tuttuğumuzda başka bir sofra hâline gelip bizi ikramlandırmakta... Yiyip-içmediğimiz hâlde bütün zerrelerimiz doymakta... Feyz yağmurları altında ıslanmakta olan, arzda kurulmuş sofralarda sabreden bedenlerimiz mi, yoksa o kıyafeti giymiş olan ruhlarımız mı? Biz miyiz orucu tutan, yoksa en ücrâ hücrelerimizden bizi sarıp sarmalayan oruçlarımız mı bizi tutmakta?

Orucum; bu satırları kaleme aldığımda, birlikte geldiğin on bir ayın sultanının gölgesi üzerime düşmüştü... Biliyor musun, nice yıllar seni hep kendimin tuttuğunu zannettim. Sarmaş dolaş geçen günler ve ayları hep kendimden bildim. Seni bana misafir eden kudret, tâkat vermedikçe seni yakalayıp sarılmamın ne kadar zor olduğunu anlayınca ne kadar da şaşırmıştım. Zira zâhirde pek kolaydın; belli saatlerde aç kalacaktım, üstelik hiçbir zaman bir günün tamamı bile değildin. Hekim olarak nice faydanı okuduktan sonra bunca güzelliğinle seni uzaktan seyretmek en zoruydu. “Ya bundan sonra hiç sarılamazsam?” korkusu da cabası!

Şimdi zaman sana koşarken, ya ben de koşup sarılamazsam diye çok korkuyorum!.. Acaba sana sağ-sâlim kavuşabilecek miyim? Senin de benden memnun olduğun bir ay geçirebilecek miyim?! Ayağım her takıldığında aynı endişe içimde canlanıyor; “Orucum gelip beni tutacak mı, bana sarılıp elime-ayağıma, gözüme-kulağıma, dilime-mideme ilâ-âhir, her âzâma, bütün hissiyat ve fikriyatıma sahip çıkacak mı? Üst üste geçen günlerden sonra benden memnun ayrılacak mı? İkimizin yolculuğu aynı menzilde tamamlanacak mı?”

Orucum; sen hücrelerimize girip pek çok kimyevî icraattan sonra yanma faaliyetleriyle; bu reaksiyonlar esnasında açığa çıkan yağmur bulutlarıyla yaptığın yıkama faaliyetleriyle; ne güzel aklarsın, ne güzel paklarsın bizi… Bedenimiz bakıma giren araçlar gibi yenilenip tazelenirken, vücudumuz yüklerinden kurtulur. Zararlı atıklar tasfiye olur, zehirler tesirsiz hâle gelir; iltihaba, kansere meyleden hücreler tedavi edilir; ilaçların yan tesirleri ve ağrılarımız giderilir; kan basıncımız-kan şekerimiz kontrol edilir; kalbimiz, sinir ve sindirim sistemimiz hayret verici bir şekilde istirahat ederek güçlenir; her zaman kontrol altında tutmak istediğimiz, ama bir türlü beceremediğimiz irâdemiz bilenir...

Orucum; ne güzel öğretirsin bize, aslında lokmaya istesek bile uzanamayacağımızı, uzansak bile onu ağzımıza alamayacağımızı, alsak bile çiğneyip yutamayacağımızı... Hem yutsak bile en yüce irâde dilemedikten sonra, izin vermedikten sonra onu ayrıştıramayacağımızı, özel paketler hâlinde hücrelerimizin istifadesine sunamayacağımızı...

Ne güzel belletirsin bize bu mükemmel fabrikanın ve onun emrine âmâde kılınmış kâinâtın hakikî Sahibini... Hem ateşlerde yanarken, yağmurlarla yıkayıp tertemiz yapan, bu “câmiu’l-ezdâd” eğitime kimin gücü yetebilirdi ki âlemlerin sahibinden başka? Ve biz onu nereden bilip, nasıl uygulamaya koyabilirdik ki; üsve-i hasene/en güzel örnek şahsiyet olan “En Sevgili” bize onu yaşayarak göstermedikten sonra...

Orucum! Sayısız lûtuf içinde seni söyle; nereye koyalım? Bizden kim bilir kaç asır önce vardın, kim bilir kaç asırlık ömre sahip insanlık silsilesi içinde dolaştın? Bizi bizden daha iyi bilen, seven ve saâdetimizi isteyen Merhametli Kudret, seni bize senede bir ay süreyle gönderdi, yüce kelâmında seni bize emretti. Şâh-ı Rusul Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gözünün nûru olarak zikrettiği “namazıyla”[1] birlikte seni de bir ömür yaşayarak bize öğretti. Kıymetli ashâbını da:

“-Bugün aranızda oruç tutan var mı?”[2] diyerek bir ayın dışında da seni misafir etmeye, baş üstünde tutmaya teşvik etti.

Sabahları kalktığında hânesinde yiyecek bir şey olmadığında hamd edip sana niyet etti. Âdeta bir günden ibâret dünya ömrünü seninle yaşayıp iftarını âhirete tehir etti.

Gel orucum; ayların sultanı olan Şehr-i Ramazan ile gel! Bu sene de tut bizi elimizden, dilimizden, gözümüzden, gönlümüzden...

Birlikte bakalım lokmalara uzaktan belli saatlerde; uzanamadığımız her lokma için hamd edelim. Seni bize gönderenin rızâsı için o lokmaları infâk edelim... Sarf etmediğimiz her lüzumsuz söz için hamd edelim; sükût edebildiğimiz anları tefekkürle geçirelim. Bakışımızı kaçırdığımız her yanlış manzara için, girmediğimiz her yanlış sokak için, kulaklarımızı tıkadığımız her faydasız cümle için hamd edelim...

Sen gel ki; sahip olduğumuzu zannettiğimiz nîmetler içinde âdeta yüzerken, bu eşsiz sergiden “Uydum kalabalığa!” diyerek kör bir şekilde ayrılıp gitmeyelim. Gâfillerin peşinden seğirtmeyelim. Hamâkat, hücrelerimizi sarmadan, gel kurtar bizi, için için yakarak çağlayanlarla yıkayıp pakla bizi... Bedenimizi yüklerinden kurtarırken, nefsimizi de terbiye edip akla bizi.

Orucum; tut bizi ki takvâya erebilelim. Aylar içinde sultan ettiğin Ramazân’ın kıymetini bilebilelim. İdrâk ettirdiğin her lûtuf için, sonsuz kere şükredebilelim.

Tut bizi orucum; tut bizi; sakın bırakma!..

 

[1] Nesâî, İşretü’n-Nisâ, 1.

[2] Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12.

PAYLAŞ:                

Betül Nefise İnal

Betül Nefise İnal

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle