Sanayi devrimiyle birlikte insanlığa yeni bir dünya, yeni bir anlayış, teknolojik gelişim ve refah dolu günler vaad eden modernite; geçmişi eski, âtıl, hantal ve gereksiz göstererek dikkatlerimizi hep yeniye, geleceğe, kolaya ve sözüm ona, “orijinale”(!) çevirdi. Yaşanan ticârî atılımlar ve teknolojik gelişmelerle lüks ve konforla tanıştırdı.
Âlemlerin Rabbi, meleklerin vasıflandırmasıyla, “yeryüzünde kan dökecek, fesat çıkaracak” insanoğlunu; “halîfe” misyonuyla yaratmıştır. Hiçbir canlıya vermediği akıl, irade ve kıymeti insana verip onu, yaratılmışların en şereflisi kılmıştır. Yaratılıştaki bu mükemmellik, insanoğlunun fizikî/biyolojik yapısında da mevcuttur.
Sevginin derinliği, sevdiğini tanımakla doğru orantılıdır. Sevilen ne kadar yakından tanınırsa, sevgi o kadar ziyadeleşir. Bu vesîleyle Peygamber Efendimizi en fazla sevenler, en yakınındaki sahâbîleri olmuştur. Peygamber Efendimizin mütebessim sîmâsını, ince söz ve davranışlarını gördükçe, muhabbetleri derinleşip kendisine meftun olmuşlardır.
İlim sahibi olmak ve kitap okumak; bütün konularda bilgili olmak ya da her şeyi bilmek değildir. İlim, insanı kemâlâta götüren ihtiyaçları öğrenmek ve Rabbin rızâsını kazandıracak edep ve ahlâkla tezyin olmak demektir. İlim, insanı kendisini ilgilendirmeyen, kıyl ü kâl (gereksiz boş söz ve faaliyetlerden) uzak tutan bilgi demektir.
İnsanların ve cinlerin yaratılış maksadı, yalnızca Allâh’a itaat, kulluk/ibadet olduğu hâlde, modern dönemler, başta büyükler olmak üzere genç ve çocukları dahî kıyasıya bir dünya yarışı içine sokmakta… Büyüklerin ev ve kapital düşkünlüğü, çocukların sınav ve kariyer yarışı, artık evlerimizde vasıflı buluşmamızı dahî engelleyecek boyutlara gelmiştir.
İnsanın cenneti kazanmak için elindeki tek sermayesi, dünya hayatındaki ömrüdür. Bu herkes için sınırları birbirinden farklı, ama belirlenmiş bir zamandır. Dolayısıyla insanın ömür sermayesini çalışma, tatil, dinlenme, üretme diye ayıracak bir lüksü bulunmamaktadır.
Yeryüzünün ilk âilesi, ilk insan Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ve zevcesi Hazret-i Havvâ ile başlamıştır. Hazret-i Âdem Cennet’te yaratılmış, kendisine yeryüzünün halifesi ve peygamber olma salâhiyeti verilecek istîdat ve imkânlar bahşedilmesine rağmen bir müddet sonra yalnızlığa dayanamamış ve kendi cinsinden kendisiyle huzur ve sekînet bulacağı bir varlığa ihtiyaç duym...
Gerçekten insanlık tarihi boyunca devam eden “ilâhî huzur pınarı ve nesiller mektebi” olan âileye, Cennet’ten kovulan şeytanın müdâhalesi dâimâ büyük olmuştur. Âile fertlerinin dâimâ kendi hak ve ihtiyaçlarını ön planda tutup sivrilen egolarıyla hareket etmeleri, şefkat ve yardımlaşma odağı olan hânelerimize maalesef her türlü şiddeti dâvet etmiştir.
İsrâiloğulları’nın düşünce, inanç ve alışkanlıkları ve onlarla yapılan mücâdele de bu kıssalar içinde en sık ve tafsilâtlı zikredilenidir. Nitekim, nübüvvetin başlangıç yıllarından itibaren nâzil olan en uzun sûreler, İsrâiloğullarını anlatan sûreler olmuştur. Bu kadar sık bir şekilde İsrâiloğulları’ndan bahsedilmesi sebepsiz değildir.
Zikir, Âlemlerin Rabbinin varlığını, emir ve nehiylerini, tesbihâtını, günlük hayatın her ânında canlı tutmak, dünyanın çekici bütün ihtişam, süs ve meşguliyetlerine rağmen yaratılış gayesinin şuurunda olmak, itaat ve teslimiyette bulunmaktır.
Âilenin “kuşatma, koruma ve yönlendirme” olan üç temel özelliği bulunmaktadır. Evvelâ, çatısı altında yaşayan fertleri maddî ve mânevî yönlerden kuşatan, barındıran ve “dışarının zararlı müdahalesine bariyer olma özelliği” kayboldu. Kuşatma ile bariyer özelliği dejenere olunca, özellikle medya ve internetin zararından gereği gibi muhafaza edilemedi.
Mahalle demek, yuva demek, güven demek, yardımlaşma demek, ekmek kokusu demek, samimiyet demekti. Mahallede oturan herkesin birbirini tanıdığı, bakkallara anahtar bırakılıp nereden gelip nereye gidildiği sorulan mekânlar; âidiyet demek, güven demekti.
Sevgi ve ittibâ (bağlılık), birbirinden ayrılmayan ve birbirini besleyen iki ayrılmaz değerdir. Kişi sevdiğine itaat eder; itaat edip tâbî olabilmesi için de sevmesi; hattâ aynîleşmesi gerekir. Bu vesîleyle Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hadîs-i şerîflerinde: “Canım kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, sizler îman etmedikçe Cennet’e giremezsini...
Müzik, insanın kelimelerle ifade edemediği sevgileri, hasretleri, sitemleri, hülyaları sesler topluluğu ile anlatma sanatıdır. Duyularak, hissedilerek çıkarılan her ses, söz ve nağme; asırlarca yaşayan, dilden dile aktarılan müziklerdendir. Her söylemede ve dinlemede insana huzur, sükûnet ve rahatlama hissi verir, çeşitli duyguları harekete geçirir. Kadim tarihimiz, bu ...
İbrahim bin Edhem -Allah kendisine rahmet eylesin-: “-Allah Teâlâ, bu ümmete gelecek belâları, hadis âlimlerinin yapmış olduğu rıhlelerin bereketiyle uzaklaştırmıştır. Eğer rıhle olmasaydı; ilim yok olup giderdi.” demiştir.
Çocukluğumun aklımda kalan en eski karesi, annemin Rahman Sûresi’ni ezber sahnesidir. Kocaman mavi leğende beş çocuğun çamaşırlarını elinde yıkarken yan tarafına dizdiği yastıkların üzerine koyduğu Kur’ân-ı Kerîm’i ve okudukça, sayfalarını -kendi ıslak elleriyle deforme olmaması için- bana döndürmesi… Bir âyeti bitirdiğinde gözlerinin içi parlayarak: “Hamd olsun, burası...
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- cahiliye zamanını şöyle anlatır: “-Câhiliye devrinde biz kadına hiç değer vermez, dâimâ hakir görür ve şiddet uygulardık. Vahiy gelmeye başlayıp Allah Teâlâ onlardan bahsedince, onların üzerimizde hakları olduğunu anladık ve onlara eziyet etmekten korkar hâle geldik!”
Toplumun anneleri, kadınları, kızları olarak ancak koptuğumuz yerden, yani evimizden, ahlâkımızdan, örtümüzden, kıyafetimizden, sesimizden ve sözümüzden tekrar doğrulabileceğimiz şuuruyla; yeniden ve bir kere daha Kur’ân’la ve Peygamber’le irtibatımızı gözden geçirmemiz ve kendimizi hesaba çekmemiz gerekmektedir. Nihayetinde toplumun bütün fertleri, kadını yalnızca âile...
Müslüman kadın, hem ferdî okumalarıyla, hem de katılmış olduğu sohbet halkalarıyla kendini geliştirmeye, aktif ve dinamik tutmaya önem verir, îtina gösterir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Allah her kimin hayrını dilerse, onu dinde fakîh kılar (dinin inceliklerini kavrama hususunda ona kabiliyet verir.” buyurmuştur. (Tirmizî, İlim, 1)
Hazret-i Havvâ hakkında uydurulan yanlış ve esassız hurâfeler, zamanla bütün kadınlara teşmîl edilmiş, daha sonra özellikle yahudiler tarafından kadının “aşağılık” olduğu, necis ve tehlikeli olduğu anlayışı yayılmıştır. Öyle ki, iffet, hürmet ve saygınlık gibi mefhumlar, yalnız erkeklere mahsus görülmüş, kadınlar fıtrî özelliklerinden dahî dışlanmışlardır.
Tevhid dîninde birinci esas, Allâh’ın varlığı ve birliğine îmandır. Bu hususta ilk olarak “Allâh’a îman edin, hiçbir şeyi ortak koşmayın!” emri bulunmakta, hemen akabinde ikinci emir olarak; “Ana-babaya, akrabaya iyi davranın, güzel söyleyin!..” emri gelmektedir.
Ölümden sonraki hayata inanç, dînin dünyada “yakîn üzere”, yani sağlam, kesin, net olarak yaşanması bakımından en tesirli unsurlardan biridir. Hatta âhirete îmanın derecesi, dindarlığın belirleyicisi durumundadır. Nitekim dünya bütün çekiciliği, süsü ve meşguliyetleriyle, insanı ağ gibi sararak öteyi -âhireti- düşünmesine ve hazırlık yapmasına engel olmaktadır. İnsanın ...
Peygamber Efendimiz’in hayatında kadının müstesnâ bir yeri vardır. O, erkeğin hemen yanı başında, hayatın içindeydi. Evde, çocuk bakım ve terbiyesinde bulunduğu gibi, elinin emeği ile geçinme telâşında, cihad meydanında, mescidde, ilim ve zikir halkasında idi. Bütün bunları yaparken ihtilâta, fitneye düşmez, haram-helâl sınırlarına âzamî dikkat ederdi.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur: “Kul, Allâh’ın hoşnut olduğu bir sözü söyler, fakat onunla Allâh’ın rızâsını kazanacağı hiç aklına gelmez. Hâlbuki Allah, o söz sebebiyle, kendisine kavuştuğu kıyamet gününe kadar o kimseden hoşnut olur. Yine bir kul da Allâh’ın gazabını gerektiren bir söz söyler, fakat o sözün kendisini Allâh...
Bin yıla yakın yaşayan Nûh -aleyhisselâm-, uzunca bir süre yaşamış olan geçmiş ümmetlerin yanında, yaklaşık seksen-doksan yıl sermayeleri olan âhir zaman ümmeti; hayli zayıf ve fakir kalmaktadır. Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “En hayırlı insan; ömrü uzun, ameli güzel olandır.” (Tirmizî, Zühd, 22) buyurmaktadır.
“Hürmetli mescid” mânâsına gelen “el-Beytü’l-Haram” yani Kâbe; dünyada eşi benzeri olmayan en önemli ve en mukaddes mâbeddir. Bütün müslümanların ibadet için yöneldikleri ve birleştikleri yegâne mukaddes bölge olduğu gibi, Ortadoğu’nun ve İslâm Âlemi’nin de mânevî merkezidir.
Eşyanın zamanla eskiyip yıpranması gibi, insanoğlu da zaman zaman yorgun düşüp, zayıf kalabilmektedir. Özellikle son zamanlarda teknolojinin ilerlemesi, modern hayatın zorunlulukları ve ferdîleşmenin artması gibi faktörlerle insanlar yalnızlaşmış, beraberinde psikolojik-rûhî yepyeni problemlerle tanışmıştır. Tanışmıştır diyorum; çünkü modern zamanlarda her geçen gün, is...
Çeşitli sebeplerle bedenî veya zihnî yeteneklerini kullanamayıp destek ve rehabilitasyona ihtiyaç duyan her kişi, “engelli” olarak tarif edilmektedir. Engelliliğin varlığı, insanlık tarihiyle birlikte başlamış, bakım ve rehabilitasyonu uzun yıllar içinde ilmî ve kültürel gelişmelerle doğru orantılı olarak ilerlemiştir.