İnsan, bu dünyaya misafir gibi gelip belli bir süre kaldıktan sonra ebedî âleme göç edecek bir varlıktır. Ezelî ve ebedî olan Rabbimiz’in yarattığı her varlığın mutlak bir sonu ve ömrü vardır. Allah bâkîdir, O’nun dışındaki her varlık; hangi güçte olursa olsun fânîliğe mahkûmdur.
İnsan, ölüm denilen bir hakîkatle tarih boyunca beraber yaşamıştır. Ölüm, insanın hiçbir an gündeminden çıkmamış, insanı âdeta bir gölge gibi takip etmiştir. Sadece ölüm gerçeği karşısında bu kadar acziyet içinde olan insan, neden kimi zaman çok zâlim, acımasız ve hodgâm (bencil) olabiliyor? Neden bu dünyada ebedî kalacakmış gibi bir hayatı tercih ediyor ve neden kendi cinsine akıl almaz acıları yaşatıyor?
Bakıldığında tarih, insanlığa yaşatılan acılar mezarlığı hâlindedir. İnsanın birbirine yaşattığı derin ve iyileşmez acılar… Dolayısıyla bu acıların üzerine bina edilen sözde medeniyet, kültür ve insan hakları; birilerinin iç dünyasını ortaya koyup onlara üstünlük tatmini yaşatırken, çoğunlukta olan büyük kitlelerin acısı olarak var olagelmiştir. Hâlbuki medeniyet denilen şey, insanlığa saâdet, huzur ve umut getirmeli değil mi?
Belki bu satırlarda, dünyanın başından beri kitlesel olarak yaşadığı acıların tarihini yazmaya kalksak herhalde sayfalar, kitaplar kifâyet etmez. İnsanlığın farklı renk, kimlik ve ırklarda yaratılmasının hikmetini bize ifade eden âyet-i kerîme, bir mânâda büyük kitlelerin bir arada yaşamasındaki maksadı ortaya koyan ilâhî bir ölçüdür:
“Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır.” (el-Hucurât, 13)
İslâm’dan nasipsizlik, acıların en büyüğüdür!
Hidâyet nûruna kavuşamamak ve İslâm’ın insanı kurutuluşa erdiren nefesini hissedememek; herhalde bir fert için yaşanabilecek en büyük acıdır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Mekke toplumunu kurtarmak istediği acı, işte bu acı idi. Belki onlar farkında değillerdi. Ancak şirkin bütün kalpleri kapladığı, insanlık adına en fecî suçların pervasızca işlendiği bir toplum, içinde bulunduğu bu kötü durumun nasıl farkına varabilirdi?! Ancak nebevî bir sesin kulaklarına fısıldayacağı ilâhî çağrı ile… İşte Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunu îfâ etmek için gönderilmiş bir merhamet peygamberiydi.
Kur’ân-ı Kerîm’in bize haber verdiği, önceki ümmetlerin yaşadığı ve dünyaya acı bir mîras olarak bıraktıkları birçok üzücü hâdise var. Bunlar tafsilâtı ile, aynı zamanda ibretli bir şekilde, kıssalar hâlinde anlatılıyor. İnsanlığın mecrasından saparak içine düştüğü sapkınlıklar ve onları hakka, hayra ve ebedî kurtuluşa davet eden peygamberler, her dönem insanoğlunun bu dünyaya ve kendine yaşattığı acıların bertarafı için gayret göstermişler.
Nuh -aleyhisselâm-’ın kavminin azgınlığı, Lût -aleyhisselâm-’ın kavminin insanlık adına utanç verici bir davranış içinde olmaları ve fıtratın dışına çıkarak bunda ısrar etmeleri, Sâlih Peygamber’in kavminin kendisine ve devesine yaşattıkları, Îsâ -aleyhisselâm-’a kavminin yaptıkları, Mûsâ -aleyhisselâm- ile kardeşi Hârun -aleyhisselâm-’a Firavun’un yaptıkları... Nemrud’un Hazret-i İbrâhim’e yaşattıkları ve diğer peygamberlerin kavimleri veya yaşadıkları dönemde muhâtap oldukları durumların hepsi, bu dünyanın gördüğü acı tecrübelerden birkaç misaldir.
Aynı şekilde Peygamber Efendimiz’in kavmi tarafından uğratıldığı zulüm ve haksızlık da insanlık vicdanında derin travmalara yol açan acılar olmuştur. Tabi ki ortada ciddî bir mücadele var ve bu mücadelenin tarafları olan herkes kendi vazifesini yapmış. İnsanlığın kemâlini gâye edinenlerle buna engel olanlar arasındaki bu tarihî mücadelede iyiler, dâimâ büyük bedeller ödemeyi göze almışlar; acıya, zorluğa ve sıkıntıya katlanmışlardır.
Tarih, insan acılarının ve gözyaşlarının harabesi gibidir. Tarih dediğimiz vâkıa, aslında şu an yaşanan hayattır. Kitaplardan okuduğumuz veya birilerinden dinlediğimiz tarihî hâdiselere baktığımız zaman, insanın kendi cinsine çektirdiği acılarla dolu olduğunu görürüz.
Tarih sahnesinde yer almış önceki devletlerden meselâ Moğollar bir dönem büyük katliamlar yapmış ve insanlık adına tarihe keder ve acı bırakmışlardır. Bugün İspanya diye anılan topraklarda Endülüs Emevî Devleti varken orada yaşanan katliâm ve asimilasyon, müslümanlar açısından derin bir hüznü hatırlatır.
İngilizler, Dünya’nın farklı coğrafyalarında oluşturdukları sömürü düzenleriyle büyük kitleler üzerinde unutulmayacak acılar yaşatmışlardır. Yakın tarihte Amerika’nın âdeta ‘karanlık tarih’ olarak ifade edebileceğimiz geçmişi de insanlık adına kapanmaz acı ve utanç lekeleriyle doludur. Siyahîlere ve ülke dışındaki milletlere yaşattıkları sistemli ve travmatik katliâmlar, dünyanın dengesini sarsacak boyuttadır. Ayrıca Kızılderililere yaptıkları ise aslâ insanlığın unutabileceği cinsten değildir.
Yazının fazla uzamaması için konuyu biraz daha yakın tarihten müşahhas örneklerle îzah etmeye çalışalım:
Dünya, belli dönemlerde devletler arasında çıkan savaşlarla yeniden şekillenmiş, silah ve ekonomik olarak güçlü devletler, kendilerinden zayıf olan devletleri işgal ederek veya onlara karşı pervasız savaşlar açarak bu milletleri/devletleri ortadan kaldırmaya çalışmışlardır.
Yakın tarihte 20. yüzyılın başında yaşanan 1. Dünya Savaşı ve ardından 2. Dünya Savaşı da bu acılara eklenmiş, dünyanın ıztırap mirası katlanarak artmıştır.
Peki, bugün durum nasıl? Bugün değişen bir şey var mı? İnsanlık, geçmişinden ders çıkarıyor mu ve yaşanan acıların bir daha yaşanmaması için ne gibi tedbirler alıyor? Elbette bu soruya çok iyimser bir cevap vermemiz mümkün değil. Zira insanlığın acıları üzerine siyasetini, ekonomisini ve tahakkümünü bina etmiş bir dünya sistemi ile karşı karşıyayız. Hâl böyle olunca her geçen yıl yeni oyunlar, tezgâhlar ve komplolar sahneye konulmaya devam ediyor.
Özellikle bizim gönül coğrafyası olarak kabul ettiğimiz topraklarda, sömürgeci batı güçlerinin emellerini hayata geçirmek için kurdukları sinsi tuzak ve oyunların ardı arkası kesilmiyor. Irak’ta kimyevî silahlar bahane edilerek halka yaşatılan zulüm ve işkenceler daha dün gibi hafızalarımızda yerini koruyor. Nerede ise bir asra yaklaşan Filistin meselesi ve orada yaşayan insanların trajedileri, bütün dünyanın gözleri önünde cereyan ediyor. Öte yandan Rusya’nın dağılmadan önce yaptığı asimilasyon faaliyetleri ve dağıldıktan sonra devam ettirdiği işgalci politikaları da yine yaşanan büyük acılardan sayılabilir.
Suriye’de başlatılan iç savaşın acı neticeleri, sadece orada yaşayan insanları değil, bütün vicdan sahiplerini, özellikle İslâm coğrafyasını derin acılara sürüklemiştir. Myanmar’da, Sincar’da, Doğu Türkistan’da yaşananlar da coğrafî olarak bize uzak gibi görünse de insanlık ve din kardeşliği bağları sebebiyle yanı başımızda hissettiğimiz diğer zulüm ve acılar…
Yine yakın tarihte Azerbaycan’da Ermenilerin katlettiği binlerce insan…
Bosna Hersek’te soykırıma mâruz bırakılan yüzbinlerce müslüman…
Hepsi dünyanın acı mirasına kara bir leke olarak yapışmış durumda…
Neden?
Neden insanlık bu acımasızlıklarla ilerlemeye devam etmek istiyor?
Neden insan, kendi cinsine bu kadar zâlimce davranıyor? Neden?
YORUMLAR