Sâfiyet

Çocuk gibi sâf yaşayıp öleyim.

İki cihanda böylece güleyim.

 

Rabbime dedim ki: “Kalbi sâf kullarından olursam; işiten kulağım, gören gözüm, tutan elim olursun da başkalarına muhtaç kalmaktan beni korursun. Çocukluk güzeldir. Üşüsem de oyunuma devam ederim ve Sen elbet, şefkatli kimseler gönderip yükümü hafifletirsin.”

Zaten “Etraftan bana ne!” dedim. “Ben, küçük odasında büyük hayaller kurarak oynayan, elindeki oyuncaklarla yeni dünyalar inşâ etmeyi ve paylaşmayı seven çocuk gibiyim.”

Gibiyim, dedim; çünkü ancak bir çocuk, diğer bir çocuk kadar temiz, pak, arı, duru ve hâlis olabilir. Yine de bu tatlı kıvâma yakın kalabilmek üzere emek veren, en ufak şeyde sevinebilen, tebessümü hiç sönmeyen biri olabilirim.

Haberler sıkıcı, yetişkinler yorgun... O zaman, çözümleri ve kolaylıkları keşfedebilen birine dönüşmeli; sıkılmama değil, moral bulmama sebep olan insan ve durumlarla muhâtap kalmalı; yorgunluğumu değil, enerjimi perçinleyen vesîleleri çoğaltmalıyım. Gerçi yorgunluklar hem geçici hem geliştiricidir; lâkin haddimi bilmeli ve mânen tekâmül etmek için bile olsa, durduk yerde sıkıntı ve yorgunluk istememeli, sünnete uyup âfiyet dilemeliyim.

Hani, sokakta sevimli bir çocuk görünce, tanıyan tanımayan gayr-i ihtiyârî gülümsemeye başlar ve uzaktan kaş göz ederek sever ya, işte ben de sâfiyetin huzuruna ihtiyaç duyan herkes için, böyle sürûr veren bir çekim merkezi hâline gelmeliyim. Bu uğurda, bıkıp usanmadan, Allâh’ın râzı olduğu temiz ve faydalı işleri yaparak dâreyn saâdetim için çalışmayı sürdürmeliyim. Böylece; insanların, hayvanların ve bitkilerin hakkını teslim ederim ve biricik maksûdum olan Allah -azze ve celle- ile aramda, kuvvetli bir bağ meydana getiririm. O vakit, temiz bir kalple, dilediğimi isterim, verir. Dilediğimden sakınırım, korur. Dilediğimde hıçkıra hıçkıra ağlarım, tesellî buyurur. Acıktığımda doyurur, ezildiğimde kayırır.

Hem, çocuk gibi olursam hatâ yapabilir ve bu hatâların öğreticiliğini tecrübe edebilirim. Kızabilirim; çünkü içimden gelerek ihlâsla kızdığımda, öfkem kimseye dokunmaz. Yine de birine batarsam, kendiliğinden çekip gider ve ben de böylece, kuru kalabalıklarla uğraşmak zorunda kalmaz, rahat ederim. İnsan yaşı büyüdükçe, her şeyin kontrolünü eline aldığı vehmine kapılır da sanır ki kendi yaptı, kendi attı, kendi tuttu. Yok be! Allah yaptı, Allah attı, Allah tuttu. İnsanı ise bu vesîleyle imtihan ve istihdam etti.

Dünyayı bir oyun yeri, içindekileri de kurallı bir oyunun, muhtelif şahsiyetlerdeki oyuncuları gibi düşününce, kendimi, işte tam da orada, dört buçuk yaşlarında bir çocuk olarak gördüm. Ağlayışını, gülüşünü, bağırışını, öpüşünü, sevişini ve dövüşünü esirgemeyen bir çocuk… Arada uykusuzluktan huysuz, arada istedikleri olmadı diye hırçın, arada yorgunluktan bitkin, arada huzurlu, sâkin; fakat ille de “Büyümüş de küçülmüş”, dedikleri cinsten uslu bir çocuk.

Öyleyse, ne yapacaksam yapayım, samîmiyetle yapayım, dedim. İhlâslı bir celâl, sahte bir cemâlden iyidir. Ondan iyisi ise ihlâs ile cemâlin tek kalpte birleşmesidir. Üstelik ben, Kur’ân’a îman etmişlerdenim ve âyette şöyle buyrulur:

“Hiç şüphesiz Biz bu kitabı Sana gerçeğin bilgisi olarak indirdik. Öyleyse samimî bir inanç ve bağlılık göstererek sadece Allâh’a kulluk et.” (ez-Zümer, 2)

Diğer yandan ben, Kur’ân’ın bir hükmü olmak üzere, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sâllâllâhu aleyhi ve sellem-’e itaatle mükellefim.[1] Her geleni, tekâmülüm için sunulmuş bir fırsat gibi görebilirsem, Sünnet-i Seniyye’ye uygun bir hayat sürebilirsem, daha az yorulur, daha çok beslenirim. Kazandığım kuvvetle Allâh’a en samimî amelleri sunarak yalnızca O’nun rızâsına uymam gerekir.

Böyle olursa, meselâ birçok kimsenin maddî krizle bunaldığı şu zamanlarda, o büyümüş de küçülmüş çocuk edâsıyla şunu söyleyebilirim:

“Altın ve döviz sürekli yükseliyor. Aynı anda istîdâdıma ve neler yapabileceğime dâir farkındalığım da yükseliyor. Her zorluğu yeni bir çâreye çevirmek çok heyecanlı ve zihin açıcı... Teşekkür ederim hayat! Karşıma çıkan bütün zorluklar, benim için muhteşem birer fırsat!”

Sancısız doğum yapılamayacağını, yorulup risk almadan yol açılamayacağını, salâhiyetli (yetkin) değilken etkin olunamayacağını idrâk etmeliyim. Üstelik cayır cayır yanan bir sobaya dokunursam, günahkâr bir yetişkinsem de sâf ve küçücük bir çocuksam da yanarım. Öyleyse, hangi yaşta ve vasıfta olursam olayım, saflığı salaklık sayan zihniyetten, bir de haram ateşinden, kesinlikle uzak durmalıyım!

Akıllı akıl oyunları oynamayı severim. Meselâ bence şu kesin: Allah beni, kapasitemi aşan bir imtihanla sınamayacak ve çözemeyeceğim tek bir sıkıntıyla bile karşılaştırmayacak. Şu da devamlı ödevim: İncinmemeliyim. Bu sebeple neye muhtaçsam, onu doğuruyor, ne yapıyorsam kendim için yapıyorum. Allâh’ın bana ve hayırlarıma zaten ihtiyacı yok. Başkası için bir şey yaptığımda ise, beklentiye giriyorum. Oysa beklemek, incinmektir. O hâlde, tam mânâsıyla muvaffak olup olamayacağımı bilmesem de hiç kimseden bir şey beklememeye, sağlam bir niyetle azmetmeliyim.

İyi de hangi çocuk, anasının-babasının eline bakmaz ki? Hangi çocuk hediye beklemez ki? Hangi çocuk, uzatılan bir şekeri kabul etmez ki? Zor, zor, beklememek çok zor, dedim. Hem, çocuk kalmaktan bahsettiğime bakma! Ben, üstelik bir de çocuk büyütmüş bir yetişkinim. Kendi yakın tarihime göz atınca şunları seyrettim:

İnsanın kendini îmâr etmesi, kendi imtihanlarından zaferle çıkabilmesi, kendi hayatını düzene koyabilmesi, kendi hizmetlerini, kendi işlerini hakkıyla yapabilmesi, kendi çıkışlarını ve inişlerini aşabilmesi için, seneler gerekiyor. Benim kendi meselelerimi yola-hâle koyup da anamın-babamın derdiyle dertlenmem için yarım asır zaman geçmiş meselâ... Kendime geldim, kendimi çözdüm, kendimi aştım, diyene kadar elli sene bitmiş. Bu durumda, çocuğumun da kendini aşıp derdimle dertlenebilmesi için henüz çok erken… Vaziyetimden pay biçerek söylersem, yirmi beş seneye ihtiyacı var ve eğer bunu, tahmin ettiğim süreden evvel başarabilirse, beni geçtiği için ona, büyük bir samimiyetle hayranlık duyabilirim.

O vakte kadar, bütün müslümanlar için duâ etmeli ve bir çocuk sâfiyetiyle kendim için çalışmayı sürdürmeliyim.

Bu sırada, hani, iğne battığında duyamaz, ağzına bal çalınsa yalanamaz, dedikodu edemez, hayra da şerre de çalışamaz, yürüyemez, koşamaz, duramaz olur; hattâ bakamaz, göremez hâle gelip toprağa karışır gider ya insan… Aynen öyle olsa… Birinin iğnelemesi, övmesi, yermesi, çelmesi, gitmesi, gelmesi arasında, nezdimde fark kalmasa… Hayrın da şerrin de Allah’tan geldiğine dâir, kalbimi, tastamam bir kemâl kaplasa… Topraktaki gibi devamlı bir tevâzû ile insanlar arasına, insanlardan bir insan olarak karışıp gitsem, belki de ölmeden evvel ölmüş sayılabilirim.

O vakit, dedim, çocuk gibi sâf yaşayayım, çocuk gibi sâf öleyim. Çocuklar gibi şen, ru’yetullâh’a gideyim. Âmîn!

 

[1] Bkz. en-Nisâ, 80.

PAYLAŞ:                

Neslihan Nur Türk

Neslihan Nur Türk

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle