Suyun Vefâsı

Sevmek, bir taşa verildiğinde; su olur akar dereler onun oyuklarından… Heybetli endâmına haşyetle bakan gözlerin gördükleri yumuşayıverir, başkalaşır bir anda...

Taş der geçeriz; bilmeyiz derinlerinde neyi barındırdığını, anlayamayız belki de. Etraftakilerin ondaki katılığı eleştirmesine inat, açar durur bağrını inceden inceye akıp duran, kendindeki sertliği yumuşatan pınarlara...

Bu, taşın sevdasıdır...

Peki, ya suyunki ne ola? O ki, mesken olarak o kaskatı bildiğimiz zemini seçmiş; kendi o kadar nahif ve yumuşakken ona tutunmuş ve bütün zıtlığıyla damarlarından çağlamıştır.

Eskilerin söylediği ve geçerliliğini kıyamete kadar koruyacak olan bir söz vardır:

“Aşk, güzeli sevmek değil; sevdiğini güzel görmektir!”

Ne güzel, ne mânidardır bu cümle... Şu eskiler dediğimiz, belki de bizler kadar kitap görmemiş, fakat var olan her nesneye yürekten saygı duyan, ağızlarından çıkan bütün cümleleri, sevgi imbiğinden geçiren bu insanlar, tek bir cümleyle anlatmışlardır suyun sevdasını bizlere…

O, bizlerin sertliğiyle bildiği taşları sevmiş ve bu yüzden onu güzel görmüştür. Güzel bakıp güzel görmesinin mükâfâtını, insanoğluna harika manzaralar sunarak almıştır.

Bizler, var olan her şeyde güzeli görürüz. Âdeta buna meftun olarak yaratılmışızdır. Fakat güzellik de her şey gibi geçicidir. Güzelliği yüzünden sevdiğimiz eşlerimiz yaşlanacak, evlerimiz ve eşyalarımız yıpranacak, yeni olan her şey zamanla eskiyip yerini yenisine bırakacak… Değerli gördüğümüz şeyler de sevgimizle beraber bir bir elimizden kayıp gidecek...

İşte tam burada insanoğlunu, “sular gibi” temiz, tertemiz yapan; onu “esfel-i sâfilîn”den (aşağıların aşağısından) “a’lâ-yı illiyyîn”e (yüceler yücesine) çıkaran bir duygu vardır ki, onun adı da “vefâ”dır. Bu duyguyla, taşların dahî arasından süzülüp çıkabilecek gücü bulur insan...

Ancak vefâ duygusuna sahip olan yüce gönüller görebilir sevdiğindeki güzelliği… Çünkü hepsi bizâtihî “güzel” olduğu için değil, “sevdiği için” güzel görmüşlerdir, bütün mahlûkâtı… O temiz zihinlerin nazarında diken de, gül de aynı şekilde sevilmeye lâyıktır. Zira gülü de, dikeni de veren birdir. Değil mi ki güzellik de çirkinlik de, hastalık da sağlık da, zenginlik de fakirlik de O’ndandır; sevilmelidir o zaman her biri, onları imtihan olarak gönderenin hatırına…

Hattâ taşlaşmış yürekler de sevilmelidir, bazen bu dostlar için… Ola ki o sertliğin içinden bir damar bulup inceden de olsa, sular sızar ümidiyle… İşte bu yüzden incitmez, anlaşılması bizlerin nazarında güç olsa da, incinmez onlar… Yaşantıları dillerinde değil, hâllerindedir her dâim... Onların yanında hiçbir nesne değerini yitirmez. Yıllardır kullanılan bir kaşık, tabağın dibinde kalan pirinç tanesi dahî çöp olarak görülmez.

Çünkü gönüllerindeki vefâ duygusu, her yemekte kendilerine yârenlik yapan kaşığın, sofraya gelene kadar nice zahmetlerden geçen o pirinç tanesinin dahî hatırını güder.

Hânelerinde kullandıkları her nesnenin hâl dili vardır, âdeta... Mesutturlar; vefâsızlıkla karşılaşmadıkları ve eskiseler bile sevildikleri, güzel görüldükleri için…

Her duygunun ve eşyanın tüketim çılgınlığına kurban edildiği bu çağın dışındadırlar sanki… İsrâfın özendirildiği zamanın inadına, israf etmeden yaşarlar onlar…

Bırakın eşyaya vefâ göstermeyi, ebeveyne vefânın azaldığı bir devirde, “Bizim yükümüzü taşıyor!” diyerek ayakkabısına dahî vefa gösteren insanlardır bunlar…

Bu duyguyu onlara öğreten de Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir hiç şüphesiz… Sevgili eşinin kız kardeşini ayakta karşılayıp, vefat eden yakınlarının dostlarını her dâim gözeten; ondan ayrıldığı için ağlayan kütüğün dahî hatırını bilen...

Sûretindeki özürden dolayı kimse tarafından sevilmediğini düşünen bir sahâbîyi kucaklayıp, çarşıdaki bütün insanların arasında:

“-Hiç şüphesiz sen benim için çok değerlisin!” diyebilen Sevgili’den daha iyi bir vefâ mürebbîsi düşünülebilir mi?

O; bu duygunun ete-kemiğe bürünmüş hâlini yansıtmak için vazifelendirilmişti sanki... Zorlu bir yolculuktan sonra fethettiği Mekke’ye girdiğinde yaptığı ilk iş, sevdiğine; sevgili eşine vefâ göstermek olmuştu.

Biz hanımlar için eşe olan muhabbet ve saygının en önemli öğreticisi olan Hazret-i Hatice -radıyallâhu anhâ-’nın kabr-i şeriflerinden ayrılmamış; çadırını oraya kurmuş, günlerce orada konaklamıştır. Hanımların sultanı, Cennetü’l-Muallâ’yı mesken tutmuşken, onu aramıştır gözleri, Nur Dağı’na her bakışında... Nur Dağı da O’nun gözleriyle beraber aramıştır belki de, yıllar yılı taşlarını aşındıran bu hanımı… Zira o müstesnâ dağ; vahye beşiklik etmesinin yanında, bir kadının vefâsına da şâhit olmuştur. İşte bu sebeple orayı gören herkes, Cebrâil -aleyhisselâm- ile beraber anar, Hazret-i Hatice’yi de...

Yine bu sebeptendir ki; su olur çağlar Hatice’nin eşine olan sevdâsı ve ancak aşkı bilenlerin duyabileceği bir sesle yankılanır, Nur Dağı’nda... Can kulağıyla dinlediğimizde, sarp kayalıkların ardından çıkan o sesi, biz de işitebiliriz belki de...

İşte o zaman suyun çabasını anlayabilir; kendisi gibi aziz olan sevdâsının kulaklarımıza fısıldadığı o sese kulak verebiliriz:

“Aşk, güzeli sevmek değil; sevdiğini güzel görmektir.”

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle