Kırmızı, Sarı, Yeşil Odalar

“Hastahâne Günlükleri” temalı birçok kitaba rastlamışsınızdır. Şifâ arayan ve hastahâne koridorlarında bazen umutla, bazen umutsuzlukla bekleyen hastaların duygu dünyalarını yansıtan günlükler… Her ne kadar bu tür kitapların okunması alabildiğine dramatik, zor ve duygu tarafı ağır olsa da insanın hayatta bazı konularda empati yapmasına (kendisini karşısındakinin yerine koymasına) vesîle olması bakımından önemlidir.

Derdine derman arayan insanın nahif duygu dünyası, belki de insan için yaşanabilecek hissiyâtın zirvesidir. Hastahânenin kapısından içeri girdiğinizde, karşınıza çıkan o taşınması zor hava ile kapıdan dışarı çıktığınızdaki hava birbirinden çok farklıdır. Ama içeride bir hayat, hattâ binlerce hayat vardır ve o da yaşadığımız bu hayatın en ağır gerçeklerinden biridir.

Bundan yıllar önce okuduğum bir “hastahâne günlükleri” kitabını hatırladım. Kanser hastası bir genç kızın, adım adım ölüme yürüyüşünde iç dünyasında yaşadıkları ve “îman” nîmetinin tevekkülle harmanlanarak onu nasıl güçlü-kuvvetli kıldığını hayretle okumuştum. Okudukça sayfalarını gözyaşı ile yıkadığım bu kitabın tesiri hâlâ üzerimde ve ne zaman bir hastahâne ortamında olsam, hemen o genç kız gelir aklıma… Hayat hikayelerini bilmediğimiz o kadar insan var ki!.. Hani kâinatta her şey yazılmış ve söylenmiştir, denilir ya! Sanki içinde dert taşıyan böyle dertlilerin daha yazılacak çok şeyi, söylenecek çok sözü vardır.

Dertten derde fark var. Dert var, dermanı hemen bulunur, insanı ferahlatır. Dert var, dermanı âhirete kalmıştır. Sabır ve tevekkül zırhı ile “takdîr-i ilâhî!..” diyerek boyun bükülür. Derdi veren Allâh’ın, dermanı da verdiğinden şüphe edilmez; ancak bazı dermanlar hemen gelivermez ve dert sahibinin dünya imtihanı olur. Bu imtihanı belki bu satırlarda yazmak kolaydır, ancak imtihanı yaşamak, çok az insanın kaldırabileceği bir yüktür. Allah sevdiği kullarını bazen dünyevî sıkıntılarla imtihan eder de onların îman kuvvetini yoklar. Yine de Rabbimizden duâmız odur ki, “Bizi, kaldıramayacağımız yüklerle imtihan etmesin!”

Yaşadığımız dünyanın bize sunduğu acı tablolardan biri de insanımızın her geçen gün daha çok hastalıklara dûçâr oluşudur. Özellikle büyük şehirlerde, nüfusun kalabalık olduğu yerlerde, eskiden en az yoğun olan yerlerin başında gelen hastaneler, bugün artık randevunun bile alınması zor olan kurumlar hâline geldi. Eskiye nazaran o kadar çok hastamız var ki, kişi başına düşen doktor sayısının azlığını unutup doktor başına düşen hasta sayısının artışından dolayı şaşkın hâle düştük.

Hastahâne ve hasta gerçeği, derdine derman arayan insanların artması neticesinde bütün yönleri ile sosyolojik bir vakıa, hattâ problem hâline geldi. Özellikle hastahânelerde meydana gelen âsâyiş problemleri de toplumun sağlık açısından gitgide bozulduğu gibi psikolojisinin de pek iyiye gitmediğini gösteriyor.

Toplumsal bir problem hâlini alan bu durumdan ziyade, bu satırlarda, hastanede geçen bir günün insanın duygu dünyasına yansımalarını ifade etsek, belki daha faydalı olur. Bir hastalığa dûçâr olmuş bir insanın, hele bir de klinik bir vak’a ise, bu hâlet-i rûhiyede hayata bakışının ne kadar farklı olacağını tahmin edebiliriz.

Hastahâne yolu, herhangi bir yere gidişin yolu gibi değildir. Hele amansız bir hastalığınız varsa, ümitsiz ve çaresizliğin üzerinize çöken ağırlığı ile hastahâne yolu, belki kilometrelerce uzayan, bitmez tükenmez bir yol olur. Âdeta etrafınızda hızla dönen şehir hayatı, zembereği boşanmış bir saat gibi hızla döner, ama bu sizi hiç alâkadar etmez. İçinizde kendi derdinizle pençeleşirken geçmiş güzel günleriniz gelir aklınıza... Mutlu yıllarınız, sağlıklı zamanlarınız, neşe ile geçen günleriniz...

“-Bir zamanlar ben de…” dediğiniz onlarca hâtıra…

Bir film şeridi gibi akar geçmiş, gözlerinizin önünden. Tesellî ararsınız ama bulamazsınız. Şehir, kalbine yenik düşmek istemeyen bir insan gibi bütün atar damarları ile hayatta kalmaya azmetmiştir. Yollar, arabalar, insanlar, siren sesleri, binalar, gökyüzü, deniz… Bu hastahâne yolunda hiçbirinin mânâsı yoktur veya her birinin anlamı çok farklıdır.

Bir de yolda hastane tabelalarını görürsünüz hep... Sanki diğer tabelalardan daha büyük... ‘H’ harfi, algınızın en üst sırasında... Sizi alır götürür, derdinize derman bulduğunuz bir hekimin önüne... Doktorun dudaklarından çıkacak her kelime çok önemlidir.

“-Yok bir şeyiniz! Hafif bir soğuk algınlığı, ilâç yazarız geçer!”

Keşke hep böyle olsa… Keşke, her doktor böyle söylese, şifa dilenen hastalarına...

Hastahâne civarlarında şekillenen dükkânlar dahî farklıdır. En başta insanlar daha dikkatli... Servise çıkmış bir hastaya lâzım olacak ufak-tefek ne varsa, satılır hastane civarında… Çiçek, meyve suyu, çikolata, terlik, pijama, kısa yoldan lâzım olan ne varsa...

Satıcılar da müşterilerinin bir hasta yakını olduklarını bilir ve ona göre davranır. Kaba değildir. Sözlerinde dikkatlidir. Öyle ki, hastahâne etrafı, insan sirkülasyonu açısından en yoğun yerlerdir. Siz, kendi hastanıza göre bölümlerin yolunu su edersiniz âdeta… Bilmediğiniz tıp kavramları girer dağarcığınıza… Kardiyoloji, Nöroloji, EKK, Tomografi, Ultrason, Endoskopi… Bunun gibi onlarca kelime… Her doktor kapısı ayrı bir uzmanlık alanını ifade eder. Hele bir de acı içinde kıvranırken sıra bekleme vardır ki, sabrın zirvesini öğretir insana... Kimseye bir şey diyemezsiniz. Herkes sizin gibi derdine derman arar çünkü… Herkesin derdi, kendine göre ağırdır. Allah, dağına göre kar verir, nihayetinde…

Yaşamanın bir umut olduğunu ve hayatın bir saniyesinin bile ne kadar kıymetli olduğunu, bu havayı soluduğunuzda anlarsınız. Hastahâne ortamlarında çalışan insanların aslında irâdelerinin ne kadar güçlü olması gerektiğini düşünürsünüz. İnsan hayatını kurtarmaya çalışan doktorların ne denli mübarek bir vazife yaptıklarına karar verirsiniz.

Tedkikler vardır bir de… Her biri ayrı katta. Kan verirsiniz tüp tüp. Film çektirirsiniz. İnersiniz, çıkarsınız, beklersiniz, yolu bulamaz birine sorarsınız. Bazen vücudunuzdan nümûne alınması gerekir. Netice, aynen bir imtihan neticesi gibi, sizi büyük bir endişeye sokar. Keşke bir okul imtihanının sonucu gibi olsa dersiniz bazen.

Bir de “Âcil” bölümü var ki, şifa arayanların en çok olduğu bölüm… Kırmızı, yeşil ve sarı odalar... Hastanın âciliyet durumuna göre tasnif edilmiştir buralar… Burada âdeta bir can pazarı yaşanır. Sinirler gergin, sabırlar tükenmiş ve son noktaya çok yakın bir durum... Ellerin açılacak tâkati olmasa da dillerde duâlar ardı ardına gelir.

Çığlık çığlığa koşanlar görülür bazen… Bir servisten acı feryatlar yükselir. Son nefesin sessizliği, hasta yakınlarında yeri-göğü inleten bir çığlığa dönüşmüştür.

Hastahâneler yeni hayatların başladığı, nice hayatların da son bulduğu yerlerdir. Şifâ menbaıdır bazen, bazense çaresizlik… Belki de kader çizgisinin en hassas kırılma noktasıdır hastahâneler...

Allah düşürmesin. Düşürürse de bir an önce selâmete erdirsin. Ne diyelim, dert verip derman aratmasın. Ya da dermansız dert verip çaresiz bırakmasın.

Elbette çekilen her çile karşılığını bulur; sabır ve tevekkülle karşılandığında… Ancak ateş düştüğü yeri yakar. Ve acı ilk düştüğü anda sabredebilmek de er kişinin kârıdır. Netice itibâriyle her türlü sevap, mükâfat ve bağışlanma müjdesine rağmen; Allah’tan dert ve belâ istenmez. Bize yazdığı hastalık ve musîbetlere de, “Biz Allah’tan geldik, yine O’na döneceğiz!” diyerek boyun bükeriz. O’ndan hem bu dünyada iyilik ve güzellikler temennî ederiz, hem de âhirette…

Bu vesîleyle biricik niyâzımız; Rabbimizin bütün hastalarımıza âcil şifâlar ihsân eylemesidir.

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle