Âilenin Çocuk Terbiyesindeki Rolü

Toplumun en küçük parçası ve en samimi teşkilâtı olan âile, aynı zamanda ciddî bir eğitim kurumudur.

Âile, insanların dünyâda huzur ve sükûn buldukları, âhenkle mutluluğu yaşadıkları yuvadır.

Âile, gönlün huzur duyduğu, kalbin rahatladığı, nefsin sükûna eriştiği yegâne sevgi mekânıdır.

Âile, eşlerin sevgi, şefkat, hoşgörü, yardımlaşma, dayanışma, sabır, güven ve sadâkatle yürüttükleri mukaddes birlikteliktir.

Karı-koca arasındaki âhenk ve fıtrî münâsebet, yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle tasvir edilir:

“Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peydâ etmesi de O’nun (varlığının) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.” (er-Rûm, 21)

Âile yuvası, eşlerin hayatın mutluluk ve sıkıntılarının birlikte tadacakları, dünyayı acısıyla tatlısıyla birlikte yaşayacakları yerdir. Hele eşler arası muhabbet ve uyum söz konusu olursa, yuvada karşılıksız fedâkarlık ve hizmet etme hasletleri bulunursa, mükemmel bir hayat arkadaşlığı sağlanmış olur.

Karşılıklı hak ve hukukun gözetildiği, şahsiyetlerin zedelenmediği, bağışlama, sabır ve hoşgörünün engin sınırlarının çizildiği âile yuvaları, âdeta dünyâda cennet bahçeleri gibidir. Eskiler evlenenlere duâ mahiyetinde; “Hâneniz cennet bahçesi olsun. Allah Teâlâ, cennette de berâber etsin!” derlermiş. Şimdilerde ise; “Bir yastıkta kocatsın!” deniyor.

Güzel dînimiz, âileye ilâhî bir nîmet olarak bakar. Eşlerin birbirini tanımasından itibaren gözetilen ilâhî sınırlar, helâl-haram hudutları, yuvanın sağlam temeller üzerine kurulmasını sağlar. Eş aranırken sadece zenginlik ve güzellik ölçüleriyle değil; “dindarlık ve takvâ” esasıyla işe başlamak, her yuvanın saadetinin en önemli şartıdır.

“Takvâ” ölçüsüyle seçilen eşler, ilâhî rızâya götüren ve bir ucu cennete ulaştıran uzun bir yolculuğun ilk ve en ehemmiyetli adımıdır. Nişan, nikâh ve düğün esnasında da aynı hassasiyet gözetilir ve Allâh’ın râzı olacağı bir hâne inşa edilmiş olur. Erkek ve kadın, her ikisi de Allâh’ın belirlediği hak ve sorumluluklar çerçevesinde kaldığı, vazife ve hizmetlerini gönül hoşluğu içerisinde yerine getirdiği ölçüde bu şirin yuvadan huzur ve saadet eksik olmaz.

İki gönlün bir olarak oluşturduğu bu yuvada, sevinci artıran, tarafları birbirine yaklaştıran en büyük unsurlardan birisi de evlatlardır. Rabbimiz, erkek, kız veya her ikisini de nasip ederek yuvaları perçinler. Ancak bazı yuvalarda da çocukların gülüşleri eksik olur. Bu da Allâh’ın bir imtihanıdır. Erkek ve kadın da, çok istediği hâlde bir türlü çocuk sahibi olamayabilir. Peygamber Efendimizin zevcelerinden pek çoğu, çocuk nimetini tadamamıştır. Onlar da kendilerini, ümmetin sâlih ve sâliha nesillerini yetiştirmeye adamışlardır.

Takvâ ve istikamet üzere kurulan, Allâh’ın rızâsını kazanmayı en büyük hedef olarak belirleyen âile hayatında; elbette zorluklar, sıkıntılar, dert ve imtihanlar eksik olmaz. Şeytan ve yandaşları da bu yuvadaki huzuru kıskanarak, onu bozmak ve fertleri, huzursuz kılmak için ellerinden geleni yaparlar. Ancak anlayış, firaset, denge ve fedakârlıklarla bu imtihanlar da aşılır ve her dert ve sıkıntı, âileyi birbirine daha çok yaklaştırır.

Önce eş, sonra anne ve baba olmak, insanların ferdî tekâmülüne fayda sağlar. İnsan, fıtraten bencil olarak yaratılmıştır. Ancak eş ve çocuk sahibi olmak, insanın bu bencilliğini kırmasında, onu başkaları için de fedakârlıkta bulunmasına sebep olur. Bu mânâda eşler ve çocuklar, insanın terbiye ve olgunlaşma sürecinin en önemli basamaklarıdır. Tabiî bunu gönül hoşluğu ve büyük bir samimiyetle kabullenenlere… Aksi hâlde bencillik ve menfaatperestlikle çatallanan yuvalar, uzun ömürlü ve mutlu olmazlar.

Eşine ve evlatlarına yeteri kadar vakit ayıran anne-babalarda, hayatın stres ve zorlukları yok olur gider. Onlar âdeta büyük bir rahatlama seansına girmiş gibi olurlar. Buradaki beraberliğin her zaman saatlerce sürmesine de gerek yoktur. Gerçekten dolu dolu geçirilen dakikalar bile, bazen verimsiz geçirilen saatlerden daha çok tesir yapar.

Anne ve babalar, kendi aralarında “ortak bir dil” geliştirmiş ve duygularını rahatlıkla birbirlerine ifade edebiliyorlarsa, çocuklar da bu âilenin diline kolay alışır ve herkes içinden geçeni uygun bir şekilde konuşmayı öğrenir. En temel meselelerde bile konuşamayan, konuşmaya çalışırken hep tartışma ve kavga boyutuna geçen ebeveynler, çocukları için sağlıklı bir model olamazlar. Elbette herkesin, her konuda aynı fikirde olması beklenemez. Zaten bu durum, hayatın akışına ve fıtrata terstir. Mühim olan, farklılıkları fikrî bir zenginliğe dönüştürebilmek ve gerektiğinde ortak noktalarda buluşabilmektir.[1]

Evlatlar da anne-babalarının farklı düşüncelerden nasıl ortak bir kanaate ulaştığını, yaşayarak görür ve kendi karşılaştıkları problemlerde aynı metotlarla çözüm yolları ararlar.

Bugün, menfi değerlerin hızla tesir ettiği, şahsî menfaatlerin ön plana çıktığı, tv, bilgisayar, internet gibi kitle iletişim araçlarının olumsuz yansımalarının aile huzûrunu sarsacak konuma geldiği acı bir gerçektir. Aynı zamanda, daha iyi bir hayat tarzı yaşamak için yoğun ve yorucu bir iş temposunun insanları gerdiği, sokaklarda cinselliğin rahatça sergilenmesinden doğan rûhî savrulmaların insanların psikolojik dengesini bozduğu da başka bir gerçektir. Bütün bu problemlere, bir de şehir hayatının getirdiği gürültü ve yorgunlukları, trafik, alkol-uyuşturucu kullanımının yaygınlaşmasını eklersek; hakikaten ideal âilelerin bunlardan etkilenmemesi mümkün değildir.

Neticede her âile, toplumun bir kesiti, bir parçasıdır. Toplumdan uzak, hiçbir şekilde toplumla temas hâlinde bulunmayan bir âile olamaz. Olsa da böyle gözü kapalı bir âile, “ideal âile” olamaz. Ancak toplumun yaralarını saran, ondan gelecek menfî tesirleri en aza indiren, toplumdaki çeşitli problemlere hazırlanmış âileler ideal âile tipleridir. Bugün insanın kendisinin sigara, içki, uyuşturucu kullanmıyor olması büyük bir fazilettir. Ama yanındaki, altındaki veya üstündeki komşunun böyle bir alışkanlığı olup olmadığını kontrol etme imkânı yoktur. O hâlde karışık toplumlarda ve değişik insanlardan oluşan toplumlarda, nasıl yaşanacağının öğretileceği mekân da âiledir.

Mutlu âilenin temeli, sabır, fedâkârlık, sadakat, saygı ve sevgidir. Unutulmamalıdır ki, huzurlu ve âhenkli ailelerden mutlu çocuklar çıkar. Âile içinde eşlerin birbirleriyle iletişimi iyiyse, çocuklar arasında da geçim iyi olur. Âhenkli, uyumlu, huzurlu ve mutlu âilelerde yetişen çocuklar; kişilikli, vasıflı, özgüveni yerinde, kendini ifâde edebilen, sosyal hayata kolay uyum sağlayabilen, insan ilişkilerinde başarılı fertler olurlar. Bu çocuklar, ilerde mutlu bir yuva kurma potansiyeline adaydırlar. O halde, eşler, ailede ideal ve örnek bir iletişim tesis etmeli ve çocuklarına iyi model teşkil etmelidirler. Bu, âilenin en temel vazifesidir.

Çocukların hem beden, hem ruh sağlığı yönüyle sağlam bir şekilde yetişebilecekleri için en mükemmel zemin, huzurlu âilelerdir. Bu sebeple âile içinde sevgi, saygı, hoşgörüye dayalı duygusal bağ güçlü olmalıdır. Âile fertleri, birbirlerinden aldıkları güçle hayat zorluklarına karşı dayanırlar. Böyle âilelerde yetişen çocuklar için âile, güven ve emniyetli bir sığınak yeridir. Bu ailelerin çocukları, problemlerini ebeveynleriyle paylaşmaktan çekinmezler. Sevgiyle büyüdüklerinden, topluma sevgiyle katılırlar. Bu çocuklar, sorumluluklarının şuurunda olurlar ve genellikle girişimcidirler. Âile ve genç iletişiminde, bu tür ailelerde yıpratıcılık değil, paylaşımcılık hâkimdir. Neticede bu çocuklar daha başarılı ve şahsiyet sahibi kimseler olurlar. İdeal âileden istenen ve beklenen de böyle nesiller yetiştirilmesidir.

Huzurlu bir âile ortamına sâhip olamayan çocuklar ise, bozulan ruh ve beden sağlıklarıyla, topluma zarar verici davranışlarda bulunurlar. Bu durum, anne ve babanın sorumsuzluğunun neticesidir. (Devam edecek)

 

[1] Bkz: İbrahim Canan, “Çocuk Eğitiminde İzlenecek Metotlar”, Altınoluk, 2003, s: 208, sh: 7 vd.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle