Süleyman Dağında

Kazakistan, toprak büyüklüğü bakımından dünyanın dokuzuncu ülkesidir. Kırgızlarla Kazaklar arasında atışma olduğu için Kırgızlar:

“-Biz de dağlarımızı ütüleyip Kazakistan gibi düzleştirsek, aynı büyüklüğe sahip oluruz!” derlermiş.

“Kırgızistan’ın % 65’i dağlardan oluşmaktadır.” denildiğinde inanamamıştım. Kırgızistan’ın diğer şehirlerine doğru yolculuğa çıktığımda, bu istatistiğin doğru olduğunu gördüm.

Bir Çin atasözünde:

“Dağlara çıkmayan uzakları göremez!” denir.

Biz de uzaktan görünen dağların üzerine çıkalım ki, Kırgızistan’ı daha iyi tanıyalım dedik ve:

“Seyahat edin, sıhhat bulun!” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, III/280; Aclûnî, I/445) hadîs-i şerîfinin doğruluğuna inanarak yollara koyulduk. Kırgızistan’ın ikinci büyük şehri olan Oş Şehri’ne olan yolculuğumuzun 700 kilometrelik yolu; dağlardan, vadilerden dolanarak geçti, diyebilirim. Yollar, vadiler arasında uzanıp gidiyordu. Yol boyu dereler, ara ara dağlardan akan sular ve büyüklü küçüklü oluşmuş şelâleler, insanı cezp ediyordu. Tabiî dolambaçlı dar yollar, dağlardan her an düşecekmiş gibi duran taşlar, insanı korkutmuyor da değildi. Arabamızla dağların arasında yol alırken, “Yüzyıllar önce bu dağların arasından insanlar atla, deveyle, yaya olarak hacca vs. yerlere nasıl yolculuk yapmışlar?” diyerek düşünmekten kendimi alamadım.

Acaba bin dört yüz yıl önce, bir yıl yolculuk yaparak Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in emriyle Kırgızistan’a komşu Çin’e gelen Vehb bin Kebşe -radıyallâhu anh-’ın yolu, Kırgızistan’ın bu sarp dağlarından geçmiş olabilir miydi?

Vadileri aşıp 2.000-2.500 metre yükseklikteki dağların üzerine çıktığımızda manzara görülmeye değerdi. Yemyeşil alan üzerinde irili ufaklı çağıldayarak akan dereler, yeşilliğin içinde mantar gibi küçük küçük yer almış beyaz boz üyleri (Kırgız çadırları) etrafında otlayan atlar, insana başka bir dünyada yaşıyormuş hissi veriyordu. Havası, suyu o kadar temizdi ki, insan burada yaşasa, hiç yaşlanmadan eceli gelirdi herhalde…

Beni en çok büyüleyen, suların berraklığıydı. Hele yüksek dağların arasından akan Narın Deryası (Nehri), rengiyle bir kadını büyüleyen zümrüt taşından daha çekici gözüküyordu. Dünyanın en zengin sularına sahip ülkelerden biridir, Kırgızistan... Buna bizzat şâhit olduk.

Menzilimiz olan Oş şehrine akşamın karanlığında vardık. Sabah kalkınca şehir yeşilliğiyle cenneti andırıyordu. Oş şehri Özbekistan’a komşu olduğu için sayı olarak Özbek halkı, Kırgızlardan sonra gelir. Burada yaşayan Kırgız’ların diline bile Özbek sözleri ve aksanı yerleşmişti.

Oş Şehri, Süleyman Dağı ile meşhurdur. Yemyeşil şehrin ortasında, kayalık bir dağ yükselmiş misafirlerini selamlıyordu. Efsaneye göre, Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm-, Oş Şehri’ni ziyaret etmiş, bu dağa gelerek uzun uzun duâ etmiştir. Bu sebepten “Süleyman Dağı” adını almıştır. Oş Şehri, Süleyman Dağı’ndan dolayı halk tarafından ikinci Mekke olarak kabul edilir. Çevre şehirlerde yaşayan Müslümanlar tarafından da kutsal sayılır ve Oş’u ziyaret edenlerin yarı hacı olduğuna inanılır.

Dağa çıkmak için kolaylık olsun diye çok sayıda merdiven yapılmıştır. Yukarı doğru çıkarken bir grubun ayakkabılarını çıkarıp mağara gibi bir yerin önünde beklediğini gördüm. Mağaradan çıkanlar, kan ter içerisindeydi. İçerde ne olduğunu sordum. Mağaranın 9 metre kadar içeri doğru uzandığını, içeride eskiden kalma bir taşın üzerinde Allah lafzının bulunduğunu, tavandan su damladığını anlattılar. İnanışa göre, “Bu suyu gözlere sürmek şifadır!” dediler.

İnsanlar binbir sıkıntıyla içeri girip dilekte bulunuyorlardı. Ben de mağaranın içindeki damlayı ve yazıyı yerinde göreyim diyerek içeri girmek istedim. İçeri doğru ilerlediğimde mağara daha da küçülüp karanlıklaşıyordu. Kadınların sürünerek nefes nefese çıktıklarını görünce ürperip girmekten vazgeçtim.

Süleyman Dağı’nda irili ufaklı pek çok girinti-çıkıntı yer alıyordu. Gelen ziyaretçiler, beyaz bez üzerinde paralar bırakarak dileklerde bulunmuşlardı. Hatta poşet içerisinde bağırsak (bişi) bırakan bile vardı.

Dağın zirvesinde küçük bir kulübe vardı. Kulübenin içinde mumlar yakılmıştı. Anlaşılan burada da dilekler adanmıştı.

Dağın zirvesinden geri dönerken üç-beş yaşlı kadının uzun kaygan bir taşın üzerine yatıp kaydırak gibi kaydığını gördüm. Sebebini sorduğumda, bel ağrısına iyi geldiği için kaydıklarını söylediler. Başlarında, elinde para olan 10-11 yaşlarında erkek çocuk bekliyordu. Çocuk hemen:

“-Bel avrusu üşün ece! (Bel ağrısı için abla.)” dedi.

Elinde paralarıyla kaydırma sektörünün başında bu çocuğun olduğu anlaşılıyordu.

“-Sen mi buradan sorumlusun?” dedim. Çocuk, “evet” deyince, ücretini sordum:

“-Bir defa kaymak, 20 som (1 lira)… Şifa için altı defadan fazla kaymak gerekiyor!” dedi. Çocuğa:

“-Seni uyanık seni!.. Allâh’ın yarattığı taşı, ekmek teknesi yaptın, öyle mi?” dediğimde, çocuk da galiba yaptığı işe inanmıyordu ki, gülmeye başladı.

Süleyman Dağı, insanlar arasında kutsal kabul edilen bir yerdir. Bu sebeple, bu dağı ziyaret edenlerin hastalıklardan şifâ bulacaklarına inanırlar. Taştan şifâ bulma inancı, dünyada yaygın bir inanç şeklidir. Tokat Zile’de “sırt taşı” adında bir kaya vardı. Beli ağrıyanlar, şifayı bu taştan kayarak bulacaklarını umarlar. Kayadan kayma âdeti, Eski Yunanlılarda da vardır. Atina’da kadınlar, hâmile kalabilmek için Nymphalar Tepesi’ndeki bir kayadan aşağı kayar ve Apollon’a duâ ederlermiş. Zamanla taşlara sadece dokunmakla da hâmile kalınacağına inanılır olmuş.

Eski dinleri Şamanizm olan Türkler, ne kadar İslâm’la şereflenseler de taşların, dağların, suların kudsiyet inancı kendini zaman zaman göstermiştir. Orta Asya, yıllarca İslam’dan uzaklaştığı için bâtıl inançlar buralarda tekrar yayılma imkânı bulmuştur. Zira kâinâtta boşluğa yer yoktur; hakkın girmediği yeri bâtıl istilâ eder.

Kazakistan’da oturduğum lojmanın balkonuna dolmalık patlıcanları kuruması için astığımda, öğrenciler kapımı çalıp:

“-Hocam, bunları hangi niyetle astınız, hikmeti nedir?” diye sormuşlardı. Ben de:

“-Yemek niyetiyle astım!” deyince gülüşmüştük.

Yapılan bir hareketin “sünnet” (gidişât) olarak kalması, bu bölgelerde çok kolaydır.

Süleyman Dağı’nın eteklerinde tarihî mezarlık vardı. Eski yıllara ait mezarlara beyaz yazmalar bağlanarak dilekler dilenmişti. Mevtânın sesi duyulabilseydi, yaptıkları hareketin yanlışlığını anlarlardı. Fakat sessiz olan ölüm, maalesef çok az insana nasihatçi olabiliyordu.

Süleyman Dağı’ndan ayrılırken gözlerine mağaradaki damlayan sudan sürenler veya kayadan kayarak beli ağrıyan kadınlar şifa buldu mu bilemem. Şifâ, Allah’tan… Bize de kâinatın çivisi mesabesinde olan dağlara çıktığımızda, Yaratan’ın yüceliğine şahit olmak ve

“-Allâhu ekber!” demek düşer.

Rabbimiz, zâtının büyüklüğünü ve kendi aczini idrâk eden kullarından eylesin bizleri de… Bu ata toprağından, uzak diyarlardan çokça selamlar…

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle