Hesabını Kolay Vermek İçin

“…Huzur bekledim mısrâlarından. Şifâ veren nazarı, şimdi toprağa dönüktü. Elleri ise rahmet için değil, kahır talebi için açılmıştı semâya.

«-Dost!» dedim, döndü ama değdirmedi gözlerini gözlerime. Sonra konuşmaya başladı, lâkin sanki binlerce yıl önce unutulmuş bir dilin kelimeleriyle…

«-Tamam.» dedim ona. «Bu kudret benden değil belli ki, zira anlıyorum seni.»

Uzunca konuştuk konuştuk… Derûnda gizli sorular, mânâsı yitik cevaplar…

Birden gözlerini çevirdi gözlerime, gözlerindeki büyük sırrı ise gönlüme… Yitik olan ne varsa dünya üzerinde, hepsini biriktirmişti Şeyh, mahzun yüreğinde! Bir vîrâne içinde soğuktan titreyen bir kelbi (köpeği) de, günah çukurunda debelenen, sonu hüsran günahkârın bîçâreliğini de, hemen yanı başımda bir dostumun hiç fark edemediğim dertlerini, Arş’ı titretecek kuvvette sessiz çığlıklarını da…”

* * *

Uykudayız sanki... Sabahları bir türlü olmayan gecelerin, uzun rüyalarında. Yürüyoruz, bakıyoruz, konuşuyoruz, lâkin hakikî mânâda görmüyoruz, duyamıyoruz, idrâk edemiyoruz. Dışarıdan tozla kaplı pencereleri; kimimiz hiç umursamadan geçiyoruz, kimimiz o tozdan kaçıyoruz, kimimiz el yordamıyla üstünkörü bir siliyor, içini gösterir hâle getirmek için çabalamadan, “Elimden geleni yaptım!” diyoruz.

Birileri o tozlu pencerelerin ardını görmek için çabaladığında ise, içerideki ıstırabı dindirmek için ne yazık ki çok geç kalınmış oluyor.

Şimdi o dışından içini göstermeyen pencerelerin birinin içine dâvet edeceğim sizleri... O evin içine beraber gireceğiz. Bir dâvete giderken nasıl özenle hazırlanılırsa, o hassasiyetle hazırlanalım. Ama tenlerimize güzel libaslardan ziyade, gönüllerimize vicdanı giydirelim, bu davete icâbet ederken…

* * *

Memleketlerinden yaklaşık on beş yıl evvel İstanbul’a gelmiş bir hanımefendi. İki erkek evlâdı var. Beyi asgarî ücretle çalışıyor. İstanbul’a ilk geldikleri yıllarda kendisi de bir konfeksiyonda çalışmak zorunda kalmış. Fakat erkeklerle aynı ortamda çalıştığı için çok rahatsızlık duymuş ve ilk fırsatta oradan ayrılmış. Kendisi ilkokul mezunu, Kur’ân kursu veya herhangi bir yerde eğitim almamış. Lâkin Allâh’a yakınlığı ve kendisine sunulan hayatı isyansız kucaklaması, sözlerine ve hâline ayrı bir letâfet katmış. Hani şu ilk bakışta çok dikkate almayıp konuştukça gönlümüze soktuklarımızdan!..

Âhh şu ilk bakışta, şeytânî bir muhâkemeyle, çamur tarafına takılıp, sırrı, nefhayı, İlâhî nazarı göremeyişlerimiz...

Zanlardan ve “eyvah”lardan oluşan gelgitlerimiz…

Hem nereden biliyoruz, bizim yanımıza yaklaştırmayıp fersah fersah kaçtığımız bir can, belki de “Ricâlullah”tandır! Belki de biz ondan kaçtığımızı, onu yanımıza yaklaştırmadığımızı zannederken aslında Cenâb-ı Hak, bizi ona lâyık görmediği için onun yanına yaklaştırmıyordur.

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Ey yokluktan kaçınan; «Ben yokluktan kaçıyorum!» deme. Belki o senden yirmi derece fazla kaçmaktadır.” (Mevlânâ, Mesnevî, IV/2485)

Şeyh Gâlip ise:

“Ricâlûllah’ın ziyaretine gidemeyenler, huzurlarına girebilmek için mânevî müsaade göremeyenlerdir.” diyerek aslında işin hakikatini net bir şekilde gösterir.

İşte bu güzel kardeşimizle bir sohbetimizde, konu tesettüre geldi bir şekilde… Bütün hatları ve vücudu örten bir dış kıyafet giyinmek gerekiyor deyince:

“-Biliyorum!” dedi ve devam etti: “Çok borcumuz vardı, maddî bakımdan oldukça sıkışıktık. Çok istediğim hâlde dört yıl pardesü alamadığım için dış kıyafet giyinemedim…”

 Bir an donup kalıyoruz, zaman da donuyor bizimle... Dolaplarımızda kaç dış kıyafetimiz vardı, buna rağmen bilmem kaçıncısının plânlarını yapıyorduk. Bizim hâlimizi, plânlarımızı bir kenara bırakalım. Bir mü’min hanımefendi, dört koca yıl, Allâh’ın emrini hayatında tatbik edememenin sancısıyla ezilmiş; bu farîzayı orada burada bağıra çağıra anlatan hiçbir Allâh’ın kulu, bu sancıyı hissedememiş!

Mevlânâ Hazretleri:

“Fakir bir adam, altın gibi kıymetli sözler söylese de onun kumaşı dükkânda yer bulmaz.” buyurmuştur. (Mesnevî, IV/2356)

Beyitte de ifade edildiği gibi, fakir, hayatının her ânında yokluk içindedir. Sofrasına ekmeği, bedenine libâsı, sancısına bir muhatab zor bulur fakir… Bir insanın hayatta sancısına muhatap bulamamasından daha zor bir şey varsa, o da, dertli yüreklere derman olamamak, büyük sancılara devâ bulamamak…

Ulaşma imkânımız olan her kuldan mes’ûlüz. Her günah bataklığında debelenen günahkârı günahından kurtarmaya memuruz. Allâh’ın emirlerini uygulamak, farzlarını yerine getirmek; İslâm’ın, îmânın gerektirdiği hayatı yaşamak için atılan her çığlığı duymaya mecburuz.

Dost’un muhabbetine ermek, Dost’un beytine girmek, Dâru’s-selâm’a o yüce dâveti almak için; Allâh’ın nazargâhı her gönle tek tek dokunmak, en büyük vazifedir bizlere…

Dört yıl pardesü alamamış bir kardeş tanıdık, sözün özü!.. Dışarıdan ahkâm kesmek kolay. Zor olan ise, yanıbaşında gözyaşını kurutamadığın bir mahzun gönlün, âhirette karşısına çıkabilmek…

Âhiret, görünen hareketlerin, bilmem hangi dernek ve kurumlarda isimlerimizi ne kadar duyurduğumuzun değil; iç âlemimizdeki direniş ve mücâhedenin asıl mahiyetinin tam olarak ortaya çıkacağı mekândır.

En büyük hüsran ise, ihmal edip unuttuğumuz “âhlar”ın, bizler engel olamadığımız için yedi kat semâyı titretip, ebedî hayatımızı mahveden haberlerinin verildiği hesap ânında yaşanacak olandır.

Rabbimiz hepimizi, bu büyük ve ebedî hüsrandan koruduğu bahtiyar kullarından eylesin.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle