Minyatür İnsan

Birinci üç ay tamamlanırken fetüsün boyu 6 cm, ağırlığı ise % 60 oranında artarak 8-14 grama ulaşmıştır. Kollar, vücuda oranla nihâî uzunluğuna neredeyse yaklaşmış, el ve ayak parmakları birbirinden ayrılmıştır. Saçlar ve tırnaklar uzamaya devam etmektedir. Bazı hormonlar üretilmeye başlanmış, sindirim sistemi kasılma hareketleri yapmaktadır.

  1. haftada fetüs çok hareketlidir. İçinde bulunduğu sıvıda yüzmekte, kol ve bacakları ile egzersizler yapmakta, tekmeler atmakta, her yerine dokunmaktadır. Fetüs dokunduğu yeri beynine kaydeder, dokundukça öğrenir. İkinci dokunuşunda orayı tanıyarak dokunur. Her an yeni bir şey öğrenir ve kaydeder. Çene egzersizleri yapar gibi çenesini açıp kapatır. Yapılan ultrasonla hıçkırıkları görülebilir.

Anne rahminde reflekslerin oluşumu, bebek dünyaya geldikten sonra işini kolaylaştırmaktadır. Meselâ bu haftada bebeğin ağzına yakın bir yer uyarıldığında, uyarana doğru dönüp ağzını açmaktadır. Bu doğumdan sonra bebeğin annenin göğsünü bularak emmesine yardımcı olacaktır. Emme refleksi, ona aylar önce öğretilmeseydi, ilâhî kudret mutfağında pişen mûcize gıda “anne sütü”nü alamayacaktı.

  1. haftadan sonra, ilk 3 aylık dönem geride kalmıştır. O, şimdi bir insan yavrusuna gerçekten çok benziyor ve zamanında doğan bebeklerdeki bütün organ ve yapılara sahip… Lâkin sistemler henüz tam olgunlaşmadı. Başlangıçta “hiç” iken, “bir” hücre oldu, sonra 2-4-8-16 derken hücre sayısını ikiye katlaya katlaya büyüdü.

Çoğalan hücreler, başıboş bırakılmadan bir plan dâhilinde belli yerlere göç etti. Göç eden hücreler, ileride hangi sistemin parçası olacaksa, o organı oluşturmak üzere gruplaşmaya başladı. Oluşturacağı organa özel şekil aldı, ilgili sistemlerle bağlantı kurmak üzere hazırlandı. Atılmış, değer verilmeyen bir su, donuk bir kan pıhtısı; matematiksel bir işlemden daha karmaşık bir gelişim ve mükemmel bir yapılanma ile bir nutfe, bir aleka ve mudga hâline geldi. Vücudun temel plânının önce alt yapısı oluşturuldu, sonra hızlı bir büyüme, ileri derecede koordineli bir şekilde gerçekleşti. Vücudun dış ve iç özellikleri belirlendi. Birçok sistem ve organ aynı anda ve birbiriyle irtibatlı olarak iç içe geçmiş hücrelerin arasından son derece büyük bir ustalıkla sıyrılarak, muhteşem bir tasarımla milimetrelik bir insan yavrusuna dönüştü.

  1. haftanın sonunda bu minik insan yavrusu, insanın baş ve işaret parmakları arasında ya da avucunda ayakta durduğunda, sadece 6-8 cm uzunluğundadır. Ancak beyni, kalbi, bağırsakları, böbrekleri, elleri, ayakları, hattâ iç kulakları bile tekâmül etmiş, ses telleri oluşmuştur. Tat alabilir, yüzebilir, tekmeler atıp içinde yüzdüğü sıvıyı yutabilir. Zâhiren minicik görünür, hakikatte ise göründüğünden çok daha fazlasıdır!..

 Dünyanın dört bir yanındaki atomlar; üç kat karanlıkların altında, ana rahmine düşen bir damla suya hayat olmak; kâinatın gözbebeği olan Âdem’in yaratılışında, seçilmiş bir varlığa hizmet etmek üzere koştular. En yüce iradeye râm olarak geldiler; şuurlu, eğitimli, plânlı-programlı uzmanlar gibi çalıştılar. Birbirlerinin işine burnunu sokmadan, bir diğerini fesada uğratmadan, yıkmadan-kırmadan, kibirlenmeden, sessizce, tevâzu ve mahviyetle kemik oldular, kas oldular, kan oldular, el-ayak-göz-kulak oldular. Kalp, böbrek, ciğer oldular ve 12 haftada minyatür bir insan yavrusu ortaya çıkardılar.

 Üç aylık gelişim sürecinin anlatımını, özetle ve kısaca dergi sayfalarında paylaşmayı üç yıldır bitiremedik; bu atomlar, hücreler, bu kusursuz eğitimi nerede aldılar? Milimetrelerin içine kilometreleri nasıl sığdırdılar? Aylar sonra lâzım olacak hayatî bir refleksin hesabını nerede yaptılar? Yumruk kadar yerde, en şerefli varlığı inşâ etmenin plânını kimden öğrendiler? Bu harikulade işler, şuursuz atomların veya rastgele bir tesadüfün eseri olabilir mi?

Anne rahminde, karanlıkların içinde hiçlikten varlık âlemine taşınan insanın macerasını gözlemleyen uzmanların kimisinin, bu akıl almaz işlemleri tereyağından kıl çeker gibi kolayca başaran hücreleri alkışlayarak, onları sevk ve idare eden kusursuz planlayıcıyı görmezden gelmelerinin sebebi ya hamâkattir ya da garazkârlık!

Bütün âlemler ilâhî kudrete boyun eğmiş çalışırken, kimi gâfillerin; “tabiat ana” felsefesiyle zihnini ve kalbini karanlıklara mahkûm etmesi, cidden acı bir kayıptır. Bir fincan kahveye 40 yıl müteşekkir kalmayı bir vefâ borcu bilen kadirşinas bir insanın, asıl vefâyı onu yoktan var eden, en güzel bir şekilde birleştiren, kusursuz ve dengeli kılan Rabbine karşı göstermesi gerekmez mi?

Rabbimiz öyle buyurmuyor mu?

“Ey insan! İhsânı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?

O Allah ki, seni yarattı; seni düzgün ve dengeli kılıp ölçülü bir biçim verdi.

Seni, istediği herhangi bir şekilde parçalardan oluşturdu.

Hayır! Siz yine de dîni yalanlıyorsunuz!” (el-İnfitâr, 6-9)

İnsan, kâinata ibretle nazar ettiğinde, karşılaştığı uçsuz bucaksız manzaraların mükemmelliğiyle kendinden geçer. Hâlbuki nazarlarını uzaklara değil, kendine çevirmesi en büyük dersi almasına yeter de artar bile… Yeter ki bakabilmeyi bilsin!

Zira o içinde koskoca bir kâinatı saklıyor. Tek bir hücresinin tahsiline bir ömrün yetmediği insan; yaratılış gâyesini idrâk edebilirse mertebesi meleklerden üstün olur. Lâkin gaflet içinde ömrünü ziyan ederse, aşağıların en aşağısına yuvarlanır.

Rabbimiz! Sen bize değer verdin! Mahlûkat içinde en şerefli kılarak kendine halife yaptın. Kâinatı emrimize âmâde eyledin. Bizlere varlığımızın sebeb-i hikmetini fark edecek akl-ı selîm ve kalb-i selîm ihsân eyle!. Eyle ki; ihsân ettiğin ömür nîmetini Seni tanıma ve Sana kul olma yolunda kullanabilelim. Yüz akı ile huzûruna gelebilelim. Âmin.

PAYLAŞ:                

Betül Nefise İnal

Betül Nefise İnal

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle