Gönül İkliminden İnciler

Mevlânâ Hazretleri Mesnevî’sinde şöyle buyurur:

“Ey insan, dünyadan birbirine zıt iki ses gelir. Acaba senin gönül kulağın hangisini almaya kâbiliyetli? O seslerden biri Allâh’a yaklaşanların, diğeri ise aldananların hâlidir. Bu seslerden birini kabul ettin mi, öbürünü duymazsın bile! Çünkü seven bir kimse, sevdiğinin zıddı olan şeylere karşı âdeta kör ve sağır kesilir.”

Hazret-i Mevlânâ’nın bahsettiği bu iki zıt sesten biri dünyaya meyil, diğeri ise âhireti tercihtir. İnsan, bu iki sesin hangisini dinler ve ona icâbet ederse, diğerinin zıddı ve mahrûmu olur. Yani bir gönülde dünyaya davet sesi yer ederse, artık o gönle âhiret nasihati tesir etmez. Fakat âhirete davet sesi bir gönülde yerleşirse, dünyaya davet sesi ona her dâim yabancı gelir.

t Cenâb-ı Hak, göndermiş olduğu kitaplar ve peygamberlerle insanoğluna dâimâ âhireti hatırlatmış ve fânî ömür sermâyesini ebedî saâdet vesîlesi olan Allah yolunda sarf etmesini arzu buyurmuştur. Çünkü âhireti unutan insan, aslında kendi insanlığını unutmuştur. Zira gördüğü bir manzarayı âhiret penceresinden seyredebilme olgunluğuna ulaşamayan bir insan, hayat yolculuğunda iblise yoldaşlık etmekten kurtulamaz. Dolayısıyla gittiği yol her zaman felâkete çıkar. Dâimâ nefsânî arzularının esâreti altında yaşar. Gönül dünyası dünyevî ihtiraslarla perişan bir vaziyettedir.

Âhireti unutan insanın merhametten nasibi yoktur. Kendinden başkasını düşünmez. Bu kimse zenginse, kendisini her şeyin sahibi görür, kimsenin îkâzına îtibâr etmez, kimseye değer vermez. Meselâ bir garip ve yoksul kapısına geldiğinde onunla alay eder, onu küçümser. “O tâlihine küssün!” der, Cenâb-ı Hakk’ın onu kendisine zimmetli kıldığını aklına bile getirmez.

Âhireti unutan insanın adâlet terazisi bozulmuştur. O artık her şeyi dünyevî ve nefsânî menfaatine göre değerlendirir. Sözünde ve hareketlerinde aslâ hakkâniyet, fazîlet, merhamet, cömertlik ve fedakârlık üzere olamaz.

Velhâsıl âhireti unutan insan, firâset sahibi değil, aklı kıt insandır. Zira onun düşüncesinin varabildiği son nokta, bu dünyadaki son nefesidir. Onun ötesi için hiçbir endişesi de hazırlığı da yoktur.

t Gâfil insan, her zerresi fânîlik mührü taşıyan şu cihanda ebedîliği arzu etmekte, lâkin ebedî saâdetin Rabbimiz’in rızâsı istikâmetinde yaşamakla gerçekleşeceğini unutmakta!

Bu dünyada zenginliğe kavuşmayı arzu etmekte, lâkin ebedî zenginliğin kullukla ele geçeceğini unutmakta!

Bu dünyada huzur ve saâdeti bulmayı ümîd etmekte, lâkin Rasûlullah r Efendimiz’in buyurduğu şu hakîkati unutmakta:

“Kimin arzusu âhiret olursa, Allah onun kalbine zenginliğini koyar ve işlerini derli toplu kılar. Artık dünya boyun eğerek onun peşinden gelir.

Kimin hedefi de dünya olursa, Allah onun iki gözünün arasına fakirliği koyar, işlerini de darmadağınık eder. Netice olarak dünyadan da eline, kendisine takdir edilmiş olandan fazlası geçmez.” (Tirmizî, Kıyâmet, 30/2465)

Bu sebeple, gönüllerimizin neye ayarlı olduğu üzerinde dâimâ tefekkür edelim. Gönül pusulamız bizi nereye sevk ediyor? Neler için üzülüp seviniyoruz? Sevinç ve hüzünlerimiz daha çok ebedî hayatımız olan âhiret için mi, yoksa geçici ve fânî olan dünya menfaatleri için mi?!

Bu mânâda Lokman Hakîm’in şu sözü ne kadar mânidardır:

“Âhiretin için dünyanı fedâ et, her ikisini de kazanırsın. Dünya için âhiretini fedâ etme, her ikisini de kaybedersin.”

t Unutulmamalıdır ki, saâdetin ilk şartı, Allâhʼa kul olmaktır. Hakʼtan uzak kalanların; keyfince yaşayıp dünyanın tadını çıkarmak diye anladıkları saâdet, îmanlı gönüller için acı bir aldanış ve sefâlettir. Dünya nîmetleri, sahibine âhiret ışığı olmalıdır. Dünyadaki fânî imkânları, âhiretin sonsuz saâdet sermâyesi yapabilmekten daha büyük bir hüner olabilir mi?!

Fakat günümüzde maddî refâhın yükselmesine rağmen âile içi huzursuzlukların arttığına, geçimsizlik ve rûhî buhranların çoğaldığına -üzülerek- şahit oluyoruz. Hiç şüphesiz ki bunlar, mâneviyattan uzaklaşma ve nefsânî hayata dalmanın ağır faturalarıdır. Yani dünyayı âhirete tercih edişin hazin neticeleridir.

Televizyonların nefsâniyeti tahrik eden menfî programları, internetin ahlâksızlık saçan yanlış adresleri, modaların ve reklâmların ihtirasları kamçılayan kandırmacaları, mahalle ve sokakların âdeta ilâhî kahra dûçâr olan Pompei sokaklarına dönmesi, insanların iç dünyalarını allak bullak ettiğinden, memleketimizdeki bir kısım insanların mânevî manzarası, âdeta bir sahra hastahânesini andırmaktadır.

Maddî depremlerin hasarı belli ölçüde telâfî edilebilir; fakat ruhlarda yaşanan îmânî ve ahlâkî sarsıntılara karşı gerekli tedbirler alınmazsa, toplumlar mânen helâke sürüklenmekten kurtulamazlar…

t Bugün de âhiret endişesinden uzak bir dünya isteniyor. Dünya tekrar bir câhiliye devri yaşıyor. Bu câhiliye karşısında bizim ağır bir mes’ûliyetimiz var.

Bizim en büyük mes’ûliyetimiz; ulaşabildiğimiz her yere gidip ehl-i Kur’ân, ehl-i Sünnet, ehl-i istikâmet insanlar yetiştirmektir. Allâh’ın yeryüzünde şâhidi, yani İslâm’ın temsilcisi olacak sâlih ve sâliha bir nesil yetiştirmektir. Kıyamet günü Rasûlullah r Efendimiz’in gül yüzünü tebessüm ettirecek sâdık bir ümmet yetiştirmektir. Efendimiz’in Vedâ Hutbesi’ndeki:

“…Sakın (günah işleyerek) yüzümü kara çıkarmayın!..”[1] emrine samimiyetle riâyet eden gönüller yetiştirmektir.

Bu şekilde, Allâh’ın bize ihsan ettiği hidâyetin bedelini ödemeye gayret etmektir.

Dolayısıyla bugün bilhassa mütedeyyin anne-babalar, başlarını iki ellerinin arasına alıp düşünmeli:

Evlâtlarımıza hangi tahsili yaptırıyoruz? Onlar gerçekten bizim evlâdımız olarak mı yetişiyor? Onların şahsiyet ve karakterini hangi çevreler şekillendiriyor? Onların gönül dünyalarında, ideallerinde, hedeflerinde hangi modeller, hangi şahsiyetler var? Çocuklarımız mı televizyon, internet, bilgisayar ve cep telefonlarını kullanıyor, yoksa bu cihazlar mı evlâtlarımıza yön veriyor? Maalesef pek çok yavrumuz bu cihazların çıkmaz sokaklarında kaybolup gidiyor.

Günümüzde yavrularımızın sosyal medyaya olan bağımlılığı neredeyse içki ve kumar bağımlılığından öteye geçti. Ağacın yaş iken eğileceğini bilen bizler, acaba evlatlarımızın vurdu-kırdılı oyunlarla gönül dünyalarını nasıl îmâr edeceklerinin farkında mıyız? Böylesi sanal oyunlarla, o taze dimağların şuur altında nasıl bir hissiyat oluşmaktadır?

Dolayısıyla bugün evlâtlarımıza karşı sorumluluğumuzda, dünya ve âhiret dengesini korumayı ihmal etmeyelim. Dünyevî diplomaların yanında, uhrevî diplomalara daha çok ehemmiyet gösterelim. Güzel bir kulluk içerisinde ömür sürüp rızâ-yı ilâhîyi kazanarak ebediyet yolculuğuna çıkmaları hususunda yavrularımıza hâlisâne duâ edelim. Hiçbir zaman unutmayalım ki, istikbâli veren Cenâb-ı Hak’tır!

t “–Yaptığımız duâlar niçin kabul olmuyor?” diye soranlara İbrahim bin Edhem Hazretleri şu cevâbı vermiştir:

“–Cenâb-ı Hakkʼı bilirsiniz, buyruğunu tutmazsınız.

–Peygamberʼi bilirsiniz, sünnetlerini yerine getirmezsiniz.

–Kurʼân okursunuz, amel etmezsiniz.

–Hak Teâlâʼnın nîmetlerini yersiniz, şükretmezsiniz.

–Cennetʼi bilirsiniz, onu istemesini bilmezsiniz.

–Cehennem vardır dersiniz, ondan lâyıkıyla sakınmazsınız.

–Ölüm vardır dersiniz, hazırlanmazsınız. Bu kadar fenâlıkla duânız nasıl müstecâb olsun?!”

t Âhiretimizi kurtarabilmenin yegâne sermâyesi olan şu fânî dünya hayatında hatırdan çıkarmamamız gereken en mühim duâlardan biri de hüsn-i hâtime ile can verebilmeyi dilemektir. Zira âyet-i kerîmede Rabbimiz:

“Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na lâyık bir takvâ ile korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin!” (Âl-i İmrân, 102) buyurmaktadır.

Rabbimiz, cümlemize takvâ üzere yaşayıp hüsn-i hâtime ile can verebilmeyi nasîb eylesin.

Âmîn!..

 

[1] Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

Osman Nûri Topbaş

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle