Faiz mi İstersin? Bereket mi?

“İstanbul Fetva”da nöbette olduğum esnada bir telefon aldım. Harbiye’de bir ayakkabıcı, ekonomik krizden dolayı iflâsın eşiğine gelmiş. Karısı, kocasının işlerinin yolunda gitmediğini eve giren paranın azaldığını, lüks içindeki yaşantısının elinden kayıp gittiğini görünce kocasına:

“-Ben yoksulluk nedir bilmem, konforumdan vazgeçemem, düzenimin değişmesini istemem. İflâs edecek olursan boşanma davası açar, babamın evine giderim. Ne yap et, işlerini düzelt!” demiş.

Adamcağız, bankadan kredi almak istemiş, karşılıksız çek işlerine karıştığı için bankadan kredi alamamış. Tefeciye gitmiş. İstediği şey, borçlarını kapatmak, yeni mal almak ve ticarete daha güçlü devam etmek için yüklüce bir meblağmış. Tefeci, fâhiş miktarda bir fâiz söylemiş. Vaktinde ödemezse;

“-Gerekeni yapar, biz paramızı alırız!” demiş bir de… Adamcağız çaresizlik içinde bizleri aramış:

“-Eşimi çok seviyorum, yuvamın dağılmaması için tefeciden borç para alabilir miyim?” diye…

Büyük günahlardan olduğu hâlde, insanlar nedense içkiye gösterdikleri tepki ve hassasiyeti fâize karşı göstermezler. İçki satan birine kız vermek istemezler, “Haramdır.” derler, lâkin bankacıya rahatlıkla kız verirler, haramlık düşünmezler.

Öyle hassas insanlar bilirim ki -çok, ama çok azınlıktır bu zümre- elektrik, su faturalarını son gün bankaya yatırırlar ki, banka, o paraların fâizini kullanmasın diye… Maaşlarını bankadan hemen çekerler, geride bir şey bırakmazlar ki, banka, o paranın fâizini kullanmasın diye. Kredi kartı kullanmazlar, ev-araba kredisi almazlar. Sokakta yürürken bankanın önünden geçmektense karşı kaldırıma geçerler.

Hanımlar sorarlar:

“-Hocam, yatırım maksatlı paralarımızı nerede muhafaza edeceğiz? Hırsız korkusundan evde altın olarak tutmaya cesaret edemiyoruz. Bankaya yatırsak da fâizini almasak olmaz mı? Yeter ki, banka, paramızı muhafaza etsin.”

Hanımlar böyle söyleseler de kişi, oraya parasını yatırınca, para, bankanın çarklarına girmiştir bir kere. Onlar fâizlerini almasalar da banka, onların fâizini bir güzel kullanır. Ne diye bankalara böyle bir fırsat verilsin ki!..

“-Fâiz yemekten korkuyorum, ama paramı koyacak güvenli bir yer lâzım!..” diyen herkes böyle davranırsa, banka milyarlar kazanır, kişi fâiz günahından da kurtulmuş olmaz.

Bazıları da:

“-Bankaya para yatırsam, fâizini alsam da fakir-fukarânın ihtiyacını karşılasam olmaz mı? Onun fâizi ile öğrenci okutsam olmaz mı?” diye sorarlar.

Cahillikle samimiyet bir arada olsa da samimiyet, kişiyi kurtarmaz. Allâh’ın râzı olmadığı bir yoldan kazanılan para ile sadaka verilmez, yardım yapılmaz. Fâiz haramdır ve necistir, yani pistir. Necis olan bir süpürge ile ev süpürülse, o ev daha beter kirlenmez mi?

Vaaz ettiğimiz bir beldede, halk, süpürgecilik ile geçimini sağlıyordu. O gün de büyük günahlar konusundan bahsediyorduk. Büyük günahlardan birisinin de fâiz olduğunu söyleyince camideki hanımların hemen hemen hepsi infiâle uğradı. Abdestli-namazlı kadınların neden bu kadar muhâlif olduklarını önceden anlayamasam da sonradan süpürge hasatlarını sattıktan sonra belde halkının tamamına yakınının kazancını bankaya yatırdığını öğrendim. Şunları söylüyorlardı:

“-Ben bankaya on milyar yatırıyorum, banka paramın üstüne para veriyor; bu zamanda kim kime beş kuruş veriyor. Taş attım da kolum mu yoruldu, kimseyi öldürmüyorum, kimsenin elinden parasını almıyorum; neden günah olsun?! Günah olanı, tefecilerden alınan paradır, bankanın verdiği fâiz sayılmaz. Ona bakarsanız, siz de maaşlarınızı bankadan alıyorsunuz, sizin de paralarınız fâize bulaşıyor.”

“-Bir alışveriş yapıyoruz, tüccar beş liraya aldığı malı, yedi liraya satıyor; o da fâiz değil mi? Haksız kazanç değil mi?”

“-Döviz de fâize girmez mi? O da artıyor.”

“-Bizim her ay elimize geçen maaşımız yok. Senede bir kez kaldırdığımız ürünün kazancını koca bir yıl yiyeceğiz. Üç kuruşumuz değerlensin, kazancımız biraz artsın istiyoruz. Bu nasıl olacak, ancak banka yoluyla…”

Anlıyorum ki fâiz, o kadar tatlı gelmiş ki; günahını örtbas etmek için bin dereden su getiriyor, bin bir çeşit yorum yapıyorlar. Bankaya yatırdığımız hasat parası, görünürde artıyor gibi olsa da artan o para, fâizdir ve bir lira fâiz, bütün kazancımızın bereketini yok eder. Kişi, parasının bereketini göremez. Rum Sûresi, 39. âyet-i kerimede Cenâb-ı Hak:

“İnsanların malları içinde artsın diye fâizle her ne verirseniz, Allah katında artmaz. Ama Allâh’ın rızâsını isteyerek her ne zekât verirseniz; işte bunu yapanlar sevaplarını kat kat artıranlardır.” buyurulmaktadır.

Fâiz mevzuu, günümüzde Müslümanların büyük bir kısmının içinde olduğu ve gayet normal gördüğü bir konu… Fâiz günümüzde;

“Şartlar onu gerektiriyor, ne yapabiliriz?!!”,

“Fâizden kim kendisini kurtarabilmiş de biz kurtaralım?!!” ,

“Zarûretler haramları mübah kılar, günümüzde fâiz, haramlıktan mübahlığa geçmiştir.” mazeretleri ile câiz görülmeye çalışılsa da, bu ifadeler aslâ Cenâb-ı Hak tarafından mazeret olarak kabul edilmeyecek bir büyük günahtır.

Gideriz, bir beyaz eşya dükkânına buzdolabı alırız. Belki tüccar, buzdolabını 900 TL’ye almıştır, ama bize 1.500 TL’ye satar. Şimdi aradaki fark, fâiz olur mu? Aslâ, fâiz olmaz!.. Bakara Sûresi, 275. âyet-i kerimede Yüce Mevlâmız şöyle buyurmaktadır:

“Ribâ/fâiz yiyen kimseler (kabirlerinden), tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hâli; «Alış-veriş (ticâret) de fâiz gibidir.» demelerindendir. Oysa ki Allah, ticâreti helâl, fâizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de fâizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve işi Allâh’a kalmıştır (Allah dilerse onu affeder). Kim tekrar fâize dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar.”

Tüccarlar, buzdolabını fabrikadan satın alırlar. Tır ve kamyonlar tutar, nakliyeyi sağlarlar. Hamallara ücret verip indirirler. Satacakları mal için dükkân kiralar, onun vergisini ve kirasını öderler. Yanlarında işçi çalıştırır, onun maaşını verirler. Fabrikadan satın aldıkları paraya buzdolabını satarlarsa, nasıl yeniden mal alacaklar, nasıl nakliye ücretini ödeyecekler, nasıl yanlarında çalıştırdıkları adamların maaşını verecekler, nasıl evlerine ekmek parası götürecekler?! Neticede ortada bir emek var, alın teri var. Malının ne kadarını ne zaman satacakları belli değildir. Bu noktada parasını bir mala bağlayıp üstüne bir de risk almaktadırlar. Bu sebeplerle müşterilerine bir bedel karşılığında mal sunup, ücret olarak mala ekledikleri kâr, aslâ fâiz olmayıp helâl olan ticarettir. Ülke ekonomisine büyük katkı sağlar.

Fâize gelince; gidiyoruz bankadan para istiyoruz, isterse adı “kredi” olsun. Onlar bize kredi veriyorlar, bir de ödenecek miktarın üstüne fâiz ekliyorlar. Ödenmemesi ihtimali karşısında da, kendilerini garanti altına almak için bizden kefil ya da ipotek edeceğimiz mal varlığımızı istiyorlar. Paranın karşılığında para alıyorlar.

Komşudan tek sarılı yumurta istesek, öderken de komşumuz, çift sarılı yumurta olarak istese; bizim verdiğimiz fazlalık yumurta fâize girer, haksız kazançtır. Aldığımız şeyi, ancak misli ile ödeyebiliriz. Verdiğimizin üstüne “Para eriyor, kendisini korumuyor!..” diye eklediğimiz her miktar, fâize girer ki; haramdır.

Nasrettin Hoca’nın kazan doğurdu fıkrasındaki kazanın yanında verdiği bakır tencere fâizdir. Nasrettin hoca, fıkrayı çok güzel bağlar, belki de fâizi en iyi anlatan fıkradır bu. Komşusundan kazan ister hoca. Komşusu, istemeye istemeye de olsa kazanı verir. Hoca, ertesi günü kazanın yanına bir de bakır tencere koyar ve komşusuna götürür. Tencerenin ne olduğunu soran komşusuna:

“-Senin kazan doğurdu.” diye cevap verir.

Birkaç zaman sonra yine komşunun kazanını ister. Komşu, kazan yine tencere doğuracak ümidi ile hemen verir; ama hoca bir türlü kazanı geri getirmez. Komşu sebebini sorunca:

“-Senin kazan öldü.” der.

“-Kazan ölür mü?” diyen komşusuna verdiği cevap pek güzeldir:

“-Kazanın doğurduğuna inandın da, öldüğüne neden inanmıyorsun.”

Bereket versin ki, hoca sadece ödünç aldığı kazanı yok etmiş, hiç değilse adamın evindeki üç-beş kazan ölmemiş!...

Fâizciler, para verip üstüne sabit fiyat isteyerek para kazanırlar; alın teri olmadan, topluma hiçbir fayda sağlamayan, sadece kendilerine fayda sağlayan bu parayı Cenâb-ı Hak “haksız kazanç”, “haram para” olarak kabul etmektedir. Birilerine borç verip karşılığında fâizi ile borcu temin eden bu kurumlar, saf köylünün yatırdığı paranın üstüne verdiği fâizi, haksız yere borcunu ödeyemeyen alacaklısından, ana paradan kat kat fazla aldıkları fâizlerle öderler. Borcunu ödeyemeyip de hacizcilere feda edilen eşyaların ölü fiyatına satılan paraları ve gözyaşları ile toplanan paralardır; bankadan paramızın üstüne bize ödenen fâizler.    

“İstanbul Fetva”da soru soran danışanımıza soruverdim:

“-Akrabalarınız, ana babanız, kardeşleriniz size yardım etmezler mi?!”

Kimsenin kendisine borç para vermediğini, o sebeple tefeciye kadar gittiğini söyledi. Annesi, parasını kefen parası yapacakmış, veremezmiş. Kardeşleri de bin dereden su getirip beş kuruş vermemişler.

“-Güvenseler verirler miydi?” diye sordum.

“-Bu işi kuracağım zaman da akrabalarımdan istemiştim, o zamanlar da vermemişlerdi. «Ticarete güven olmaz, ya kazanamaz da ödeyemezsen?!» diye yine vermediler.” dedi.

Adamcağızın karısı da ayrı bir âlemdi doğrusu. Demek ki, insanların tefecilerin kapısını çalmalarındaki en önemli sebeplerden birisi de kanaatsiz, Allah korkusu olmayan, harama-helâle önem vermeyen kadınlardı. Hemcinslerim adına çok üzüldüm. Kanaatli bir eş, demek ki çok büyük bir nimet!.. Ve:

“-İflas dahî etsen, evimize haram para getirme; limon sat, alın terin ile bizi besle, biz o kadarı ile de yetiniriz.” diyebilecek cesur bir kadın, kocasını hem günaha girmekten kurtarıyor, hem de yüreklendirerek hayatla daha iyi mücadele edebilme gücünü veriyor. Ama:

“-Elâleme ne deriz?! Acınacak hâle gelirsek insanların yüzüne nasıl bakarız?” diye düşünen birisi ise, her türlü harama çok çabuk düşebiliyor.

Adamcağıza; “tefeciden para almamasını, sırf iflâs etti diye kendisini terk eden karısı için de üzülmeyip sabretmesini, Allah’tan dâimâ helâl ve hayırlı olanı istemesini” söyledik.

“-Zarûretler haramları mübah kılarmış, bizim durumumuz zarûrete girmez mi?” diye sorunca da:

“-O zarûretin, kişinin hayatî tehlikesi olduğu durumlarda geçerli olduğunu, eşten ayrılmanın kişi için üzüntüye sebep olsa da, hayatî tehlike olmadığı için bu hükmün burada uygulanamayacağını” söyledik.

Kendisinin fâize bulaşmadan, elinden gelen bütün çabayı göstermesini, işler yolunda gitmez de iflâs eder, dükkânı kapatmak zorunda kalırsa, korkmaması gerektiğini, bir kapıyı kapatan Allâh’ın bir başka kapıyı açacağını, bu durumun bir imtihan olduğunu, çocuklarının rızkını kazanmak için başka bir iş bulabileceğini, ama harama bulaşmaması gerektiğini söyledik. Adamcağız ağlayarak telefonu kapattı.

Evliliğin devamını, zengin ve lüks hayatın devamına bağlamak, insanlık vicdan ve insafına sığar mı? Böylesi bir evlilikten Allah râzı olur mu? İyi günde, kötü günde birbirimize destek olmayacaksak, evlenmeyelim daha iyi. Hiç değilse başkalarının canını yakmamış oluruz.

Kur’ân-ı Kerîm, Müslümanlara, zor durumda kalanlara, ısrarla “karz-ı hasen” yapılmasını emretmektedir. “Karz-ı hasen”; borç isteyen kişiye, eğer paramız varsa, yalan söylemeden, fâizsiz hemen vermek; adamcağızın eli sıkışık olup da ödeyemiyorsa, sıkboğaz edip kişiyi borç aldığına pişman etmemek ve kişi ödeyemezse de affedip, ödenmiş kabul etmek demektir ki: Hadîd Sûresi 11. âyet-i kerîmede:

“Allâh’a karz-ı hasenle ödünç verecek olan kim? İşte O, bunu kat kat artıracaktır. Ona çok değerli bir mükâfât daha vardır.” buyrularak böyle davrananlar, sanki borç isteyene değil de, Allâh’a borç veriyorlarmış gibi övülmektedir. O hâlde zor durumda kalan akrabaya yardım etmek, hem sıla-i rahim, hem Müslümanlık görevi iken bu vazifelerini yerine getirmeyen akrabaların Allah Teâlâ’nın katındaki durumları, hiç de iç açıcı görünmemektedir. Mahşerde akrabalık haklarından hesaba çekilecekken bu kadar rahat olabilmek de işin ayrı bir trajik tarafı...

Her ne kadar fâizin mânâsı ziyadeleşmek, fazlalaşmak olsa da; bu fazlalık görünürde olup, özde bütün mal varlığını tüketen gizli bir vebâdır.

Sâlih kullar:

“-Allâh’ım, malımızı helâl kazanmamızı nasip et, kazancımızı bereketlendir.” diye duâ ederlermiş. Bereket de; görünürde az dahî olsa, malımıza Cenâb-ı Hakk’ın kudret eli ile bolluğun, fazlalığın gelmesidir. Hendek Savaşı’nda zâhiren çok az bir yiyeceğin bütün sahâbeyi doyurması gibi… Bir kilo şeker alırsınız, bir ay kullanırsınız yine de bitmez, üstünde bereket vardır çünkü.

Velhâsıl malın bereketinin artması için gayret etmek, en önemlisi helâl kazanıp, fâize bulaşmamak gerekir.

Fâizle malın arttığını zannedenler bilmeli ki; rızık aslâ değişmez. Kimse kimsenin rızkını yiyemez. Kişi, rızkını yemeden de ölmez. O zaman ezelde belli olan rızkı, helâl yoldan kazanmak da elimizde, haram yoldan kazanmak da.              

Bereket, az malın çok faydalı olmasını, çok işe yaramasını sağlar. Az bir mal, bereketli olunca, çok kimsenin rahat etmesine, çok iyi işlerin yapılmasına yarar. Bereketli olmayan çok mal vardır ki, sahibinin dünyada ve âhirette felâketine sebep olur. O hâlde malın çok olması değil, bereketli olması istenmelidir.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle