Helâl-Haram Ver Allâh’ım

Toplum olarak büyük bir inanç depremi yaşıyoruz; Allâh’a ve O’nun sıfatlarına olan îmanımız zaafa uğradı. Onu büyük bir ilâh, her şeyin yaratıcı olarak kabul ediyor, onu ibâdet edilecek bir mâbud olarak görüyor; ama bizim dünya işlerimize karışmasını (!) sanki düşünemiyoruz. Dünyaya âit hükümlerde, O’nun helâl ve haram sınırlarını önemsemiyor; öğrenme ihtiyacı bile hissetmiyoruz. O konuda kendi “doğrularımız” ve kendi “gerçeklerimiz” var. Bunlar, hayatın gerçekleri (!)… Yaşayışımız ve düşüncelerimizle sanki şunu der gibiyiz:

“-Yâ Rabbi, Sen bir din gönderdin bizlere… Bir peygamber ve ilâhî kitap da gönderdin; ama biz şimdi 21. asırda yaşıyoruz. Bu çağ, senin o dini gönderdiğin çağ gibi değil!.. Bu dünyada her şey değişik; insanlar değişik, devletler değişik, düzenler değişik… Biz, böyle bir çağda, Senin gönderdiğin dinin esaslarına göre yaşayamayız. Çünkü onlar, şimdi bize hitap etmiyor, bizim dertlerimizi çözmüyor. Bizim bu hayatta, kendi tecrübelerimizle, akıl ve bilgimizle öğrendiğimiz doğrularımız var. Onlar bize yetiyor. Tamam, biz, yine ibâdetimizi yapalım. Her gün beş vakit namaz kılalım, oruç vakti gelince oruç da tutalım. Ama insanlarla ilişkilerimize gelince, hele para ile ilgili işlere gelince, biz, işimizi biliriz!..”

Aslında bu cümleler ve bunun altında yatan düşünce şekli, Allâh’ı, Rabbü’l-Âlemîn olan, Hâkimler Hâkimi olan Allâh’ı küçümser şekilde… Sanki O’nun ilminin, gönderdiği dinin hükümlerinin bu çağda, bu toplumda geçerli olmadığı gibi bir zihnî önkabule dayanıyor. Allah bizleri böyle düşünmekten muhafaza buyursun.

Biz, Müslümanlar olarak, aslında Allâh’ın ilmi, hikmeti, kaderi ve kudreti ile bütün zamanları, bütün mekânları ve bütün insanları kapsadığına inanırız. O’nun son din olarak göndermiş olduğu İslâm Dini, indirildiği günden kıyamete kadar bütün insanların ihtiyaçlarını karşılayabilecek esaslara sahip… O hâlde bu zihnî savruluş neden?

* * *

Yine biz biliyoruz ki, âhiret var. İnsanlar, yaptıkları her şeyin hesabını, kabir ile başlayan âhiret hayatı boyunca tek tek verecekler. Kabirde hesap var, mahşer yerinde hesap var, akabinde sırat, mizan, cennet ve cehennem var. Ve bunlar, sonsuz bir hayat… Ama sanki yaşayışımız ve düşüncelerimiz şöyle der gibi:

“-Evet, öleceğiz… Evet hesap da var, ama… Dünya hayatı çok uzun, çok tatlı… Hem ne zaman öleceğimiz de belli değil!... Varsın biraz da biz dünyadan kâm alalım. Nasıl, Allâh’ı tanımayan veya inkâr eden insanlar, günlerini gün ediyorsa, bizim onlardan ne farkımız var?! Biz de yiyeceğiz, içeceğiz, doyasıya eğleneceğiz!.. Herhangi bir sınırımız olmayacak… Kendimiz için yaşayıp yine kendimize harcayacağız. Başkalarından bize ne?!.. Akşamlara kadar çalışıp kazanacağız ve sabahlara kadar deli gibi eğleneceğiz. Vur patlasın, çal oynasın hesabı… Yanımızdaki komşu açmış; falan ülkede insanlar açlıktan ölüyormuş; bize ne? Onların lokmasını biz mi aldık?! Hele bir ölüm gelsin, o zaman bir mazeret bulur, kıvırırız. Zaten Rabbimiz affedici değil mi? Bizi de affediverir!..”

İşte bu şekilde Allâh’ı ve âhireti unutan, bencilleşen, nereden nasıl kazandığına ve nereye nasıl harcayacağına sadece kendisi karar veren; kazanmak için, başarı için, yükselmek için her türlü değeri hiçe sayan birer insan hâline dönmeye başladık…

Eve giren lokmalarımız önceleri şüpheliydi, şimdi açıkça haram…

İçki satan Müslüman kardeşimiz, “Ben içmiyorum ki…” diyerek kendisini savunuyor.

Gayr-ı meşrû yayınlar yapan “Ben okumuyor ki…” diyor. “Piyasa bunu istiyor, aç mı kalayım!..”

Fuhuşla uğraşan insanlar, Müslüman olduklarını söyleyerek bu işi yapıyor veya yaptırıyor; “Ne yapalım düzen böyle, aç mı kalalım; alan râzı, satan râzı… Hem benim oğlum-kızım değil ki!..” diyor.

Banka ile iş kotarıp faiz üstüne faiz alanlar ve verenler; çeşitli kamu kuruluşlarına rüşvet vererek veya oradayken rüşvet alarak “işlerini yürütenler” hep bu düzenin böyle gerektirdiğinden dem vuruyor.

Nerede, hizmetçisinin verdiği şüpheli bir sütü bilmeden içtiği için öğrenir öğrenmez boğulurcasına boğazına parmağını sokan Hazret-i Ebûbekirler, nerede biz?! Nerede eli, şüpheli bir şeye gittiğinde parmağı titreyip kendisine o yiyecek hakkında bilgi veren takvâ sahibi Allah dostları, nerede biz? Vücudumuz, haramların meskeni oldu da farkında değiliz!.. “Faizin tozundan bile herkesin nasip alacağı” bugünleri haber veren Allah Rasûlü, bizim şüphelileri bir tarafa bırakıp, haramlar karşısındaki bu emin, kararlı tavrımızı görseydi, ne kadar üzülürdü kimbilir?!

Evet, Ehl-i Sünnet inancına göre günahları işlemek, insanı dinden çıkarmaz. Fakat ya onları kabul etmek, helâl saymak ve “Bu çağda böyle!..” demek…

Meselâ, Ehl-i Sünnet inancına göre, bir mü’min meyhaneden çıkmasa, fakat bunun Allâh’ın kesin bir haramı olduğunu bilip itiraf ederek:

“-Yâ Rabbi, sen bu mereti yasakladın, biliyorum, inanıyorum. Ama nefsimin eline düştüm, beni affet!..” dese, o sadece günahkârdır. Ve âhiret gününde, cehennemde gerektiği kadar azabını çeker, sonra cennetteki makamına erişir.

Peki, gece gündüz câmide bulunan, fakat:

“-Bu devirde de fâizsiz iş mi yapılırmış? Faiz, bu devirde yasaklanamaz; haram olamaz. Alışveriş ile faiz aynıdır!..” ya da:

“-Başörtüsü de neymiş? Artık modern bir çağda yaşıyoruz. Böyle bir şey olamaz!...” gibi açık ve kesin bir haramı yok sayan, kendince onu helâl kılan (!) bir insanın durumu?

Bu insan da maalesef her ne kadar ibâdetlerini düzenli olarak yapsa da, haramı helâl, helâli haram sayan bu düşüncesini değiştirmedikçe İslâm Dini’nden çıkmış demektir.

Hepimiz, insanız. Eksiklerimiz, hatalarımız, günahlarımız var. Hiçbirimiz, mükemmel ve eksiksiz değiliz!.. Ama itikada dâir esasları, farzları ve haramları çok iyi bilmeliyiz. Çünkü itikad esasları, bir bütündür, parçalanma kabul etmez. Birini kabul edip diğerini beğenmeme lüksümüz yok. Kur’ân-ı Kerim’de açıkça zikredilmiş farzlar ve haramlar da böyle… Bunlardan birisini yapmayabilirsiniz ya da eksik yapabilirsiniz. Ama bunların, Allâh’ın âyetleri olduğunu inkâr etmeniz hâlinde, İslâm Dini’nin sınırlardan çıkmış olursunuz.

O yüzden dinimizi iyi öğrenmemiz gerekiyor. Dînî bilgisizlikler, mâzeretlerle affedilmez. Âhirette “Ben bilmiyordum, duymamıştım!..” şeklinde bir bahane kapısı yok!..

İnsanın inançları düzelince, amelleri ve insanlarla münâsebetleri de düzelir. Bu yüzden en temelden başlayarak inançlarımızı tashih etmeye başlayalım.

Allâh’ın hayatımızın her ânını düzenleme hakkını unutmadan, O’nun koymuş olduğu sınırların, öncelikle bizim ve toplumumuzun menfaatine olduğunu düşünerek büyük bir teslimiyet ve tevekkülle bu sınırlara riâyet edelim. Helâlden kazanıp yine helâl dâiresinde harcayalım. Allâh’ın helâl çizgileri çok geniştir. Onu, şeytanın vesvese ve hileleri neticesinde şüpheli ve haramlarla bulandırmayalım.

Bazı gâfillerin dediği gibi; “Helâl-haram ver Allâh’ım, Senin kulların yer Allâh’ım” düşüncesinden ve bu düşünce çerçevesindeki yaşayıştan uzaklaşalım ve Allah’tan her şeyin helâl ve hayırlısını dileyelim. Bunun için alınteri dökelim, gayret gösterelim. Neticede Allâh’ın bize ihsan ettiğine de râzı olarak kanaat edelim. Gönlümüzde “Niye benim ki az? Neden falanca daha zengin?” diye bir soru barındırmamaya çalışalım.

Rabbimiz; kalplerimizi, duygu, düşünce ve inançlarımızı kendi rızası ile te’lif etsin. Gönlümüzde şüphe ve vesveselere; bedenimizde de şüpheli ve haram lokmalara fırsat vermesin. Hânemize haram lokma girmesin ki, evimizden haramî yetişmesin!.. Âmin.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle