Kabir Koridorundan Geçerken

KABİR KORİDORUNDAN GEÇERKEN

O esnada gözü, bir mezar taşına ilişti. Mezar taşında, “Ahmet Selçuk Tuncay (02.02.2000-10.02.2000) Ruhuna el-Fâtiha” yazıyordu. Şöyle bir düşündü, bu tarihler doğruysa o mezarda yatan, on günlük bir bebekti. Demek ki, neredeyse doğar doğmaz ölmüştü. Ne gülmüş, ne oynamış, ne annesini-babasını tanımış, ne de hayatın birçok lezzetini tatmıştı. Sonra içten içe ona imrendiğini fark etti. Ne güzel, tertemiz bir şekilde yaşamış ve hiç kirlenmeden ölmüş… Allah bilir, bu kadar kısa bir hayat yaşadığı için cennete bile uça uça gitmiştir, diye düşündü.

O sırada Hocahanım, elini, Füsun’un eline uzattı ve:

“-Bak, cenaze de geliyor.”

Herkes kıpırdandı. Cenazenin geldiği tarafa yöneldi. Füsun, bir tabutun içinde, elden ele kabristanlığa doğru geliyordu.

Âmine, gözlerinden yaşlar süzüldüğünü fark etti. Ağlıyordu. Bu ağlayışı kimin içindi? Sonsuz bir yolculuğa çıkmakta olan Füsun için mi, yoksa içinde fırtınalar kopan kendisi için mi? Bir türlü anlam veremedi.

Tabut, daha önce kazılmış olan kabrin yanına getirildi. Kabir, bomboştu; iyice temizlenmişti. O sırada Âmine, kabrin bir köşesine iliştirilmiş siyah bir poşeti fark etti. Gözleriyle Hocahanıma poşeti işaret etti, o da Âmine’nin ne demek istediğini anlamıştı. Hocahanım, derin bir çekerek:

“-O poşettekiler, benim amcamın, yani Füsun’un babasının kemikleri… Onbeş yıl önce vefat etmiş ve buraya gömülmüştü. Şimdi ondan kalan parçalar, birleştirilmiş ve bir poşete konmuş. Füsun da şimdi babasının mezarına gömülecek…” dedi.

Âmine âdeta buz kesilmişti. Demek ki, on-onbeş yıl içinde bütün varlığımız küçük bir poşete girecek kemik parçalarından ibaret… Belki beş-on yıl sonra onlar da kaybolup gidecek ve geriye hiçbir şey kalmayacak!...

Âmine böyle düşünceler içindeyken bir taraftan da defin işleri devam ediyordu. Füsun’un kardeşi ve amcası, mezarın içine girdiler ve başucu ile ayaklarından tuttukları Füsun’u mezara yerleştirdiler. Sonra akrabalarının yardımıyla mezardan çıktılar. Füsun, beyaz gelinlik yerine bembeyaz kefeniyle tek başına mezardaydı. Mezara tahtalar yerleştirildi ve yine amcası ile kardeşi, ellerine aldıkları küreklerle biricik Füsun’larının üzerine toprak serpmeye başladılar. Her kürek, âdeta Füsun’u başka bir diyara, geride kalanları bambaşka bir diyara yolcu ediyordu. Artık aralarında koca bir dünya vardı.

Mezarın üstü örtüldüğünde, imam efendi euzu besmele çekti ve şöyle söze başladı:

“-Muhterem hâzirun, biz burada bir kardeşimizi sonsuzluk âlemi olan âhiret yurduna yolcu etmeye geldik. Size sadece bir hadîs-i şerifi hatırlatacağım. Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki, «Bir insan öldüğünde kabre, onunla birlikte üç şey gelir. Bunlar, yakınları, malı ve amelleri… Bunlardan yakınları ve malı geriye döner. Vefat edenle kalan ise, dünyada yapmış olduğu iyi-kötü amelleridir.» Biz de kardeşimizi, bu amelleri ile baş başa bırakıyoruz. Allah taksirâtını affetsin. Kendisini, rızasına ve cennetine kabul buyursun. Âmin.”

Bu cümleleri biter bitmez Yâsîn Sûresi’nden okumaya başladı. Herkes, olan biteni nemli gözlerle izliyordu.

Âmine, daha fazla dayanamamış ve hiç kimseye bir şey demeden, sessizce oradan ayrılmıştı. Sokaklar, olanca kalabalığına rağmen bomboş geliyordu. Sanki caddede yürüyen insanlar, o sokağı oluşturan hareketli dekorlardan ibaretti. Hiç kimse, hiçbir vitrin ve hiçbir olay dikkatini çekmiyordu. Yürüyordu. Nereye gittiğini bilmeden, düşünmeden… İradesini ve aklını devreden çıkarmış, ayaklarını serbest bırakmıştı. Bir otobüse binmiş, birkaç durak sonra evinin önünde inmiş ve alışkanlık icabı elini çantasına atarak çıkardığı anahtarla evin kapısını açmıştı. Anahtar sesi duyulur duyulmaz, ablası kapıda karşıladı Âmine’yi… Beti benzinin sarardığını fark edip onu kucakladı. Âmine, o âna kadar kendisini tutmuş, sanki ablasının sarılmasını bekler gibi bir anda hıçkırıklara boğuldu. Kapıda, öylece dakikalarca ağladı, ağladı. Ablası da, onun duygularını anlamış, hiç kıpırdamadan onun rahatlamasını beklemişti. O üç-beş dakika, sanki saatlere bedeldi. Âmine, şimdi biraz daha sâkinleşmişti. Birlikte içeri girdiler. Ablası, onun koluna girmiş ve odasına kadar eşlik etmişti. Yavaşça yatağına yatırdı, yine aynı sâkin hareketlerle üstünü örttü, perdeyi kapattı ve sessizce odadan çıktı. Âmine, bir anda kendisinin kapkaranlık bir kabirde olduğunu hissetti, ürperdi ve sesinin çıktığı kadar:

“-Abla, beni burada tek başıma bırakma!...” diye bağırmaya başladı.

Ablası, yanına geldi. Ellerini tuttu ve bir müddet, onun yanında yattı. Âmine biraz sâkinleyince öylece uyuyup kalmıştı.

* * *

Aradan neredeyse bir hafta geçmişti. Âmine, hayatına geri dönmeye çalışıyordu. Geceleri gördüğü kâbuslar ve odasında artık karanlıkta kalmak istememesi dışında, Füsun’un yokluğuna yavaş yavaş alışmaya başlamıştı. İnsan, hayatta nelere alışmıyordu ki…

Bir de Sâcide Hocahanımı sık sık arıyor, bazen ciddi bir şey sormak için, bazen de sırf sesini duymak için onunla konuşuyordu. Sâcide Hanım, Füsun’un evinde tanıştığı hocahanımdı. Onunla konuşmak, Âmine’yi çok teselli ediyordu. Sabah-akşam, saate hiç bakmadan telefon açıyor, o da hep aynı anlayış ve samimiyetle:

“-Buyur Âmine…” diye telefonu açıyordu.

İşte Âmine, bu hitabın ardından içini döküyor, konuşuyor, konuşuyor ve rahatlıyordu. Ama bugün farklıydı. Onunla sözleşmişler, Sâcide Hanım, Âmine’yi evine dâvet etmişti. Âmine, bir elinde adresin yazılı olduğu kâğıt, sağa-sola bakarak nihayet Sâcide Hanım’ın evini bulmuştu.

Akşam saat tam altıda Âmine, Sâcide hocahanımın ziline bastı. Sâcide Hanım, o ilk karşılaştığı andaki güleryüzüyle Âmine’yi içeriye buyur etti. Âmine, ilk defa girdiği bu evi alıcı gözleriyle süzmeye başladı. Sade, tertemiz bir evdi. Koridordan salona geçtiler. Duvarlardaki tezhibli hat yazıları, ebrular, küçük saksılardaki menekşeler, vitrin yerine kitaplıklar, evin köşesindeki halı seccâde ve önündeki rahle o kadar âhenk içinde ve insana huzur vericiydi ki… Büyük bir vecd içinde seyretti odayı… Gözü, gönlü yoracak bir fazlalık yoktu odada… Sâcide Hanım:

“-Âmineciğim, sen şurada birazcık soluklan. Mutfakta az bir işim kaldı, hemen geliyorum.” dedi ve Âmine’yi bu huzur dolu odada düşünceleriyle baş başa bıraktı.

Âmine, salonu şöyle bir gezdikten sonra, kendini kitaplığın önünde buldu. Ne kadar çok kitap vardı! Gerçi kendi evlerinde de kitaplar vardı, gazetelerin, dergilerin vermiş olduğu kitaplar… Zaten evde pek kitap okunmazdı. Genelde televizyon hep açık olur ve gelenlerin hepsi, televizyonun tam karşısındaki koltuğa kurulurlardı. Şimdi odanın merkezinin televizyon olmadığı bir eve gelmişti. Burada tam ortada bir kitaplık ve onun yanında çalışma masası vardı.

Çok geçmeden Sâcide Hocahanım, elinde tepsiyle içeriye girdi ve masaya yemekleri yerleştirmeye başladı. Sonra da Âmine’yi masaya dâvet ederek:

“-Haydi, bir şeyler yiyelim. Nasıl olsa daha çok vaktimiz olacak!..” dedi.

Âmine, biraz da tereddütle:

“-Size bir şey söyleyeceğim, ama darılmayın; benim karnım değil, rûhum aç… Kaç gündür, neredeyse gözüme uyku girmedi. Düşünmek, kâbuslar görmek, Füsun’u, arkadaşlığımızı ve kendi hâlimi düşünmek beni perişan etti.” dedi.

Sâcide Hanım:

“-Senin derdin, benim derdim… Tamam, konuşacağız. Gerekirse sabaha kadar konuşacağız, ama önce bir şeyler yiyelim. Senin bîtab ve hasta düşmeni istemeyiz değil mi?” dedi.

Masaya oturdular. Bir yandan havadan sudan konuşuyorlar, bir yandan da yemeklerini yiyorlardı. Yemek bitti. Masanın toplanmasına, Âmine de yardım etti. Kısa bir zamanda işlerini tamamladılar, tam koltuklara oturacaklardı ki, ezân okundu.

Sâcide Hanım, Âmine’den izin isteyip namaz için hazırlanmaya başladı. Abdestini aldı, başörtüsünü bağladı. Üstüne evdeki kıyafetinden farklı olarak geniş bir elbise daha giydi. Kolları da örtülmüştü.

Âmine, onun derin bir huşû içindeki ibadetini seyrediyordu. Annesi, babası, hattâ ablası da namaz kılıyordu; ama Sâcide Hoca’nın namazı bir başkaydı. Sanki namazdan apayrı bir zevk alıyor gibiydi. Hiç acelesi yoktu. Bir yere yetişme telâşesi ya da pek çok insanın namazında gördüğü gibi baştan savma düşüncesi yoktu. O, sanki kendi hâline bıraksalar saatlerce namaz kılacak gibiydi. Birden kendinden utandı. Üstüne başına bakındı. En uzun eteğini giymişti gelirken… Ama o bile, elleriyle çekiştirdiği hâlde dizlerine ancak geliyordu. Bluzunun kolları kısaydı, başı açıktı. Sâcide Hoca’nın kıyafetlerine bakınca kendisinin üstünde hiçbir şey olmadığını hisseder gibi oldu. Bir anda yüzü kızardı. O utançla Sâcide Hoca’ya tekrar baktı, acaba içimden geçen düşünceleri fark etti mi, dercesine… Fakat o şimdi bambaşka bir âlemdeydi. Uzun uzun rükû yapmış, şimdi de secdedeydi. Aman yâ Rabbi, ne kadar uzun duruyordu secdede… Acaba hiç sıkılmıyor muydu? Bu işin sırrını da sormaya karar verdi. Ama şimdi daha önemli soruları vardı.

Sâcide Hanım, selâm verip duâsını da tamamladıktan sonra Âmine’nin yanına geldi.

“-Şimdi başlayalım sohbetimize…” dedi. “Buyur, yüzyüze konuşmak istemiştin. Belli ki, telefondaki konuşmalarımız yetmedi. Ne iyi ettin de geldin, bana misafir oldun!..”

“-Hocam, aslında sizi rahatsız ettiğim için üzgünüm. Ama inanın, düşündükçe boğuluyorum. Ne yapacağımı bilmez bir hâldeyim. Sanki her an biraz daha çıkmaza sürükleniyorum. Pek çok sorularım var kafamda… Tam birine cevap bulduğumu zannederken bir sürü soru birden ortaya çıkıyor. Artık çaresiz kaldım. Sizinle uzun uzun konuşmak istiyorum.”

“-Öncelikle hiç rahatsız etmedin, etmiyorsun. Aksine ben senin ziyaretinden çok memnunum. İnşallah sık sık görüşürüz de sorularına beraber cevaplar ararız. Ben her konuda senin yanında olacağım, bazen benim de bildiklerim yetmeyebilir. O zaman kitaplara bakarız, bilen kimselere sorarız. İçinde hiçbir tereddüt, hiçbir şüphe kalmayana kadar ben senin yanındayım, merak etme.”

“-Hocam, Füsun’un cenazesi defnedilirken bir kabir taşı gördüm. 10 günlük bir bebeğe aitti. Bu bebek, neden doğdu? Neden öldü? Hiçbir şey yaşamadan, dünyanın hiçbir zevkini tatmadan birkaç gün var oldu, sonra yok oldu? Yazık değil mi ona, annesine-babasına… Madem dünyaya geldi, neden yaşamadı? Madem yaşamayacaktı, neden dünyaya geldi? Biz neden geldik dünyaya… O bebekten, Füsun’dan ne farkımız var? Onlar neden gitti, biz neden buradayız? Sonunda hepimiz, o iki metrelik yere girip yok olacaksak, bu dünya oyunu neden? Âilem dindar… En azından öyle olduklarını söylüyorlar. Namaz kılıyorlar, oruç tutuyorlar. Hatta benim de namaz kılıp oruç tutmam için çok zorluyorlar. Ama bunları yapmak hiç içimden gelmiyor. O zaman ben iki yüzlü olmuyor muyum? İstemeye istemeye yapmak iki yüzlülük değil mi? İnanın, içimden gelse, hiç terk etmem. Ama ne bileyim, alışmamışım bir kere… Eskiden, lisede okurken bir grup arkadaş gerçekten içimizden gele gele namaz kılıyorduk. O zaman hocalarımız, anne-babamız durmadan «Aman, dersine çalış, üniversiteyi kazan, ondan sonra başlarsın namaza!..» deyip durdular. Onlar büyüklerimizdi, söz dinledik. Ama üniversiteyi kazanınca, artık canımız namaz kılmak istememeye başladı. Şimdi babam tutturuyor; «Ben hacca gittim, geldim. Sen hacı kızısın; başın açık dolaşamazsın. Yoksa elâlem ne der? Bizi rezil etmeye hakkın yok!.. Namazını kılacaksın. Aksi hâlde şöyle yaparım, böyle yaparım!...» diye beni tehdit edip duruyor. Onlar böyle üzerime geldikçe ben daha da dinden uzaklaştığımı hissediyorum. Ne yapmalıyım? Nereden başlamalıyım? Bir türlü karar veremiyorum…”

Sâcide Hanım, araya girmese Âmine daha pek çok şeyi sıralamaya devam edecekti.

“-Âmine, seni anlıyorum. Füsun’un vefatı seni çok etkiledi. Ölümü hiç düşünmediğin bir zamanda, hiç beklemediğin bir şahıs üzerinden hatırlamış oldun. Bu da seni, hayat ve ölüm üzerinde düşünmeye itti. Açıkçası sana bazı konularda hak vermiyor da değilim.”

Âmine, anlaşıldığını düşünerek biraz rahatlamış bir şekilde:

“-Hangi konularda hak veriyorsunuz meselâ?” diye sorusunu tekrarladı.

“-Öncelikle sana yakınlarının ibadet etme ısrarı, daha çok çevrelerindeki imajlarının zedelenmemesi açısından… Onlar sana hiç Allâh’ı, Allâh’a kulluğu, ibadetlerin birer şükür olduğunu anlattılar mı hiç?”

“-Nerede hocam… Annem ev işinden, babam dışarıdaki işlerden başını kaldıracak durumda değil ki, bizimle konuşsun, dertleşsin. Hem konuşacak olsalar da bir şey bilmiyorlar ki…”

“-Aslında bütün dertlerin başı cehâlet… Biz, en büyük cevher olan dinimizi hiç bilmiyoruz. Daha da kötüsü hiç merak etmiyor, araştırmıyor, öğrenmiyoruz.”

“-Hocam, aslında ben ilkokuldayken annem birkaç defa camiye gönderdi, Kur’ân’ı öğrenmem için… Ama orada da hoca tek başınaydı. 40-50 çocukla başa çıkmaya çalışıyordu. Buna rağmen o zamanlar Kur’ân okumaya bile başlamıştım. Sonra okul hayatı ağır bastı. Ortaokul ve lise yıllarında bazı din dersi öğretmenlerimiz bir şeyler anlatmaya çalışırlardı. Ama biz onları hiç dinlemiyor ya dersi kaynatmaya ya da gece gündüz üniversite imtihanına çalışıyorduk.”

“-Evet, çok dertlerimiz var. Ama ilk derdimiz, cehâlet; ikincisi de dünyayı, âhiretin önüne geçirmek… Bütün hayatımızı sadece dünyada yaşayacakmışız gibi düzenlemek… Sonra sevdiklerimizden, yakınlarımızdan birisi ölüverince alt üst oluyoruz. Çünkü hiç hesaba katmadığımız ölüm, birden karşımıza çıkıveriyor; «Ben buradayım, beni unutmayın!..» diyor. Aslında Müslüman, her ân, her davranışına âhiretin gölgesi düşen insan olmalıdır. Her ân Allâh’ın kendisinden haberdar olduğunu, bütün yaptıklarının birbir hesabını vereceğini bilmeli, hayatını hep buna göre düzenlemelidir. Meselâ bazı dükkânlarda kameralar var; oradaki işçiler, patronun devamlı kendilerini gördüğünü düşündüklerinde veya görüntülerin kayıt altına alındığını bildiklerinde işlerini daha dikkatli yapıyorlar. Aynı bunun gibi, biz de her yaptığımızın birileri tarafından kayda alındığının farkında olsak, daha az hata yapar, daha az kalp kırarız. Hatırlarsan, konuşmama başlarken sana hak verdiğimi söylemiştim.”

“-Hocam, ben zaten haklı olduğumu biliyordum. Kimse bana bir şey öğretmedi, ama durmadan benden bir şeyler bekliyorlar.”

“-Ama dinimizde bilmemek mâzeret değil ki… Hele ergenlik yaşına geldikten sonra, âilenin sana her şeyi uzun uzun anlatmasına da gerek yok. Allah, seni aklı başında bir muhatap olarak alıyor. Meselâ sen, 18 yaşından sonra bir suç işlesen ve kendini savunurken de, «Ne yapayım, bunun kötü olduğunu kimse bana söylemedi.» desen, kim seni affeder? Ha, bu zaten bilmiyormuş deyip senin suçunu görmezden gelirler mi? Tıpkı bunun gibi, insan büluğ çağına geldikten sonra Allâh’ın emir ve yasaklarından birinci derecede sorumlu olur. Artık ona hiç kimse bir şey öğretmemiş olsa da, o kendi akıl ve iradesiyle doğruları öğrenip iyi yolu seçmek zorunda…”

“-Hocam, doğru söylüyorsunuz ama bu hiç de kolay değil… Çünkü bizim birçok engelimiz var. Meselâ okullar var, arkadaş çevremiz, televizyon, internet, gezme tozmalar filan… Hem insan, zaten yaşlanınca Allâh’ın emirlerinin hepsini daha rahat yapmaz mı? Şimdi biz, genciz. Canımız birçok şey istiyor. Hani hep diyorlar ya, bizim kanımız deli gibi akıyor.”

“-Peki, Âmine, sen ihtiyarlayacağına garanti verebilir misin? Meselâ Füsun, senin tabirinle erkenden öldü. Ya o da bütün ibâdetlerini, yaşlanınca yapmak üzere ertelemişse… O zaman insan, bir anda Azrail’i karşısında görünce ne yapar? Eli-ayağı birbirine dolanmaz mı? Hem Azrail’le ölümün vakti konusunda bir anlaşma yapan olmuş mu? O hâlde biz, her an ölüme hazırlık yapmalıyız. Ölümün bize, nerede, ne zaman geleceğini bilmiyoruz. Biz, her an ölümle karşılaşacakmış gibi hazır olmalıyız. Çünkü gerçekten ölüm, bir gün âniden karşımıza çıkıverecek… Gençlik yıllarında insanın canı birçok şey istiyor diyorsun, doğru… Ama gençlikte ibâdetin sevabı da çok, zevki de… İnsan ihtiyarlamaya başlayınca, namaz kılacak oluyor, abdest alamıyor; abdest alıyor, namaz kılmak isteyince yok beli ağrıyor, yok başka rahatsızlıkları çıkıyor. Her şey, insanın hayatının baharında güzel… Îman da, ibâdetler de… Zaten Peygamber Efendimiz, birçok hadîs-i şerifinde gençlik vaktinde yapılan ibâdetleri övmüştür. Ayrıca âhirette, bütün insanların hayatlarını nasıl geçirdikleri sorulurken ayrıca gençliğin de nerede ve nasıl hebâ edildiğinden hesaba çekileceğimizi haber vermiştir. O hâlde gençlik çok önemli… Gençlik çok kısa… Değerlendirdin değerlendirdin, yoksa bir bakıyorsun yıllar geçivermiş bile…”

“-Hocam, peki benim canım ibâdet etmek istemiyor. Niye gösteriş olsun diye ibadet edeyim ki… Annem istiyor, babam istiyor diye namaz kılınmaz ki… Böyle bir şey yapınca, kendi içimde ikilik yaşıyorum. İçimden bir ses, «Seni riyakâr! Onlar olmasa sen bu namazı kılmayacaksın. Şimdi niye kılıyorsun?» diyor. Başka bir ses de, »Başka türlü kılmayacaksın zaten, en azından bu sebeple kıl!” diyor. Hem dinimiz de «Dinde zorlama yoktur.» demiyor mu? O zaman büyüklerimiz bizi neden durmadan ibadet yapmaya zorluyor. Biz, canımız isteyince yapalım, olmaz mı?”

Sâcide Hanım gülümsedi ve:

“-Sen biraz soluklan. Bir çay demleyip geleyim, soruna ondan sonra cevap vereyim.” dedi, kalktı ve mutfağa doğru gitti. (Devam Edecek)

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle