Ölü Eti Zehirlenmesi

“Yâ Rab, beni oynak, yaramaz nefsin eline bırakma. Beni Sen’den başkasıyla ülfet ettirme. Ben kendi nefsimin fitnesinden Sana sığınıyorum. Ben Sen’inim, beni tekrar bana verme.” (Mevlânâ, Rubâîler, 1653)

 

“-Dilek, sen şahitsin, fenâ oldum! Yüzümün rengi bile değişti apaçık! Sesimi kontrol edemez oldum. Çocuklarıma karşı değil sadece, garson kıza bile... patlayacaktım, Allâh’ım!”

* * *

Astımım atak yaptı diye düşündüm başta. Öyle bir sızı yüklendi nefes alışverişime. Fakat bunun sadece bir başlangıç olduğunu, günün sonuna doğru ağırlaşınca anladım. Evet hastaydım... Hem de ne yapacağımı şaşıracak kadar şiddetli, ağır ve bunaltıcı... Ne bitki çayları, ne haplar; hiçbir şey açamadı nefesimi. Böğrümdeki ağrı ve sızı daha derinlerdeydi sanki, ulaşamıyordu hiç bir deva oraya kadar...

Gece uykusuz geçti. Ve öfkeli... Dışıma sadece “abusü’l-vech: asık suratlı” olmamla yansıyordu ama, içimde şiddetli bir öfke vardı. Her şeye ve herkese karşı... Farkındaydım, normal bir hâl değildi. Ama neydi? Bilmiyordum. Bilemiyordum...

Sabah biraz açıldım galiba diyerek uyandım. Evet, ağrı ve sızı azalmıştı, ama onun yerini gittikçe daha kesifleşen yoğun bir kara duman almıştı sanki. Nefes alamayışım bu sefer ciğerden değil, kalptendi. Eve, odalara sığmıyordu rûhum. Çığlık çığlığa ağlıyordu rûhum duvarları döve döve…

Dışımda ise, hâlsizlikti görünen, endişe verici idi yine de. Biraz uyudum gün ortasında. Ama faydası olmadı.

Hemen dışarı çıktık bir dostla. Boğulmak üzereydim doğrusu.

Gidip bir başka dostun pınarında rûhumu yıkamaktı kastım. Bir şiir pınarında... Kendisi ne olursa olsun bendeki imajı, mânâsı, tedâîsi şiir gibi latif olan bir dostun pınarında rûhumdaki kesâfeti giderebilmeyi umuyordum.

Yanılmamışım. İçeri girer girmez ilham damlayıverdi gönlüme... O kara bulutlar açıldı biraz.

Gördüm manzarayı. Çok açıktı her şey. Hastalığımın ne olduğunu anlamıştım: Ölü Eti Zehirlenmesi!..

“Ey îmân edenler! Zannın çoğundan sakının! Şüphesiz ki zannın bazısı günahtır; (birbirinizin kusûrunu inceden inceye) araştırmayın; bazınız, bazınızı gıybet etmesin! Sizden bir kimse, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! O hâlde Allah’tan sakının! Şüphe yok ki Allah, Tevvâb (tevbeleri çok kabûl eden)dir, Rahîm (çok merhamet eden)dir.” (el-Hucurât, 12)

Dünün gündüzünde ve akşamında bir hayli cür’etkâr bir şekilde gıybet etmiştim ben!..

Hâlbuki uzun süre önce terk etmiştim bunu. Allah ondan râzı olsun, çok kıymetli bir ablamın harika örnekliği ve tesiri ile bir anda bırakıvermiştim gıybet etmeyi… En fazla îmâ ile veya ucundan geri dönerek kurtuluyordum çoktandır. Lâkin dün çok açık ve net gıybet etmiştim.

İlki, hanımını inciten bir abimizin yanlış yaptığı noktalar hakkındaydı.

İkincisi, etrafındakilere yanlış çözümler üreten bir arkadaş hakkında...

İkisinde de haklıydım sanırım. Ama tam da bu yüzden iftira değil de gıybet idi. Gıybetin temel vasfı olan “aleyhinde konuşmakla insanların zihninde o kişinin izzet ve haysiyetini zedelemek” olmuştu yaptığım. Bir güzel yemiştim, ölü etini onların...

* * *

Allâh’ım, ben ne yaptım, ne yaptım?

Nasıl şifâ bulacak şimdi varlığım?

Beden zehirlense, gerekirse parmağını boğazına sokar, istifrâ ederek bir nebze rahatlarsın.

Ama “can” zehirlenince istifrâ etmek nasıl mümkün olacak?

“O yahudi kadının zehirinin acısını duyuyorum!..” buyurmuş ya Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem, ona benzer bir ölüm acısı çekiyorum derin derin... Tesir etmediği damarım kalmamış âdeta...

“Hakk’ın kullarının gıybetini yapıp etlerini yersin, cezasını da görürsün. Aman ha!.. Ağzının kokusunu Yaratan duyar! Sâdık olan dışında kim canını kurtarabilir? Mezarda Münker Nekir tarafından (gıybet yüzünden) ağzı koktuğu anlaşılan zavallının vay hâline! Ne o yüce zatlardan ağız kaçırma, ne de ağız ilacıyla koku giderme imkânı var!” (Mesnevî, III / 107-110)

Aç kaldıkları için, kendilerine açıkça verilen “ot ve yaprak yiyin, sakın fil yavrularına dokunmayın!” öğüdüne uymayıp önlerine çıkan fil yavrusunu iştahla yiyen adamların hikâyesini anlatır Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî’nin 3. defterinde... Bir kişi öğüde uyar. Böylece herkes uyurken gelip tek tek ağızlarını koklayan anne filin gazabından kurtulur.

Âh... Şimdi nasıl temizleyeceğiz bu nefesi, yâ Hazret-i Pîr? Meded!..

“Bir âh ettim de âhım düştüğüm kuyuya sarkan bir ip oldu. Beni çekip çıkardı.” şeklinde tasvir ediyor “nasûh tevbesini” Hazret-i Mevlânâ, Nasûh Efendi’nin diliyle.

Zaten Cenâb-ı Hak çözüm yollarını da gösteriyor aynı âyet-i kerîmede, Hucurât Sûresi 12. âyette:

“Allah’tan ittikâ ediniz. Allah Tevvâb ve Rahîm’dir.”

1-İttikâ ediniz. Takvâ ile, Allah’tan çekininiz.

“Harama ağız açmayasın diye Hak kendisine «Semî’» dedi.” buyuruyor Hazret-i Mevlânâ.

Gıybet ederken edep ve korku lâzım kula. Evet Allah “es-Semî”dir... İşitir... Ve Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi sellem- kulak verir bize...

“Cenâb-ı Muhammed’in kulağı sözden sır çeker. Öyle ki Hak, Kur’ân’da «Kulak budur» der. Peygamber baştan başa kulaktır, gözdür.” (Mesnevî, III/102-103)

“Bir de onlardan, «O (herkesi dinleyen) bir kulaktır» diyerek Peygamberi incitenler var. De ki: O sizin için hayırlı bir kulaktır; Allâh'a inanır, mü’minlere inanır; îman edenleriniz için de bir rahmettir. Allâh’ın Rasûlü’nü incitenler için ise acı bir azap vardır.” (et-Tevbe, 61)

“Hak kokusunu ta Yemen’den alan (Hazret-i Peygamber)'in, bendeki bâtıl kokusunu almaması mümkün mü? Cenâb-ı Mustafa, uzak yoldan kokuyu aldığı hâlde ağzımızdaki güzel kokuyu nasıl almaz? Alır elbet, ama gizler bizden... Kokunun iyisi de, kötüsü de göğe yükselir. Sen uyuyup durursun, ama o haram kokusu, yeşil göğe yükselir durur. Çirkin nefeslerine yoldaş olup gökteki koku alıcılara kadar gider. Kibir, ihtiras ve açgözlülük kokusu konuşurken soğan kokusu gibi yayılır. Ne zaman yemişim, ben soğan ve sarımsaktan kaçındım diye yemin etsen de yemin ederken ağzından çıkan nefes, dostlarının burunlarına ulaşıp seni ele verir. Bu koku yüzünden dualar geri çevrilir.” (Mesnevî, III/161-169)

O mübârek Peygamberimiz, bize kulak kesilmiş olsun da, gıybet gibi ümmeti birbirinden ayıran en şerli günahlardan birini işlerken duysun sesimizi, olamaz, olamaz ey Rabbimiz, nasıl temizlenir gıybetin ağızdaki pis kokusu!...

2-Tevbe ediniz. Tevbe, günahı fark etmekten kaynaklanan o müthiş uyanıştır. Uyanmadan tevbe olmaz. Kusuru kusur olarak görmeden olmaz. “İlginç bir kör!” diyor Hazret-i Mevlânâ, “uzak görüşlü, keskin gözlü.” Ama kör. Çünkü “deveye baksa, yünden başka bir şey göremez.” Çünkü “insan ihtirasının faydasına olan şeyi inceden inceye, en ufak ayrıntısına kadar görür. Bu uğurda ayı gibi gâyesizce döner durur.”

Tevbesiz dönmek/rücû etmek, iltihaplı yaraya pamuk basmak gibidir... Yara, altındaki eti yemeye devam eder. Nefis kaynamaya devam eder o hususta. Sen eğer o pamuğu koparıp atacaksan, o iltihabı kurutmak için gerekeni yapacaksan dön! O erler ki “er meydanı”nda dönüp dururlar. “Kendi kanları üstünde semâ ederler.” buyuruyor Hazret-i Mevlânâ!... Ne dokunaklı bir tasvir!

Kendi nefsinin hevâ ve hevesini yok etmek için kendi kan, ter ve gözyaşı içinde semâ eden erenler…

“Eksikliklerinden kurtulunca sema’a başlarlar” buyuruyor. Kesip ata ata, kanata kanata nefsi temizliyor, eksiklerini bıraka bıraka tamamlanıyorlar.

Gerçekten tevbe etmiş olmanın işareti şu: “Sen görmezsin, ama onların kulakları dallardaki yaprakların bile el çırptığını, sevindiğini duyar.” sen de “başındaki kulağı yalanlara ve alaylara kapat ki, göresin ışıl ışıl can şehrini...” (Mesnevî, III/93-101)

“Ne olursan ol gel, kâfir, mecûsî, putperest olsan da, yüz kere tevbeni bozmuş olsan da gel”

Ama bu ümit dergâhında küfür, ateşe tapmak, putlara tapmak, tevbede sebatsızlık gibi kötü hasletlerden temizlenmek ümidi var. İnkâr, ateş ve putlara bağlılıktan kopmak, kararlarımızda sâbit kadem olabilmek için nefis tezkiyesi, kalp tasfiyesi gerekiyor. Bazen bunun için nefsin canını çok yakacak işler yapılmalı. Kan dediği budur...

“Sen’i hatırlamaktan başka gönlümü bağladığım her şey için tevbe...

Sen’i zikretmeden oturduğum her yer için tevbe...

Hakkında yüz kere bozdum tevbemi...

Bu yüz kere bozduğum tevbe için de tevbe....”

(Divân-ı Kebîr)

Sızlaya sızlaya, sessiz sessiz ağlamak... Böyle ağladıkça, böyle ağlamayı ne kadar özlediğini fark etmek... Ağlamaya doyamamaktır tevbe.

3-Rahîm ismine sığınmak... Tevbe eden kulun ilk muhatap olduğu ism-i ilâhî, “er-Rahîm”dir.

Tevbenin ortaya çıkardığı utanca en iyi gelen tesellîdir rahim ismi. Allah çok merhametlidir.

Kendisine hususî muâmele eden kullarına hususî muâmele eder... Bir hedef koyuyor günah hastası kuluna: İyileş, bir an önce ve ön saflara geç...

* * *

“O şefkat sahibi Hak, «ya zel lutfil hafî/ey gizli lütuf sahibi» diye seslenilsin diye zehrin içinde panzehir var etti.” (Mesnevî, VI / 4342)

Şems-i Tebrizî Hazretleri, Makâlât’ta bu “gizli lütuf” ifadesini açar: “Gizli lütuf mâsıyettedir; isyanlar içindedir. Taatteki lütuf, gizli değildir zaten.” Tâat içinde yaşayanlar “korkusuz” olmasınlar, günahkârlar da büsbütün “ümitsiz” olmasınlar diye bunu böyle yapıyor Cenâb-ı Hak, lütfunu kahrında, kahrını lütfunda gizliyor.

Yüzümde gıybetin sarılığı. Bütün akupunktur noktalarımda okunabilir bu. Ağzımda gıybetin ağır kokusu...

Ey gizli lütuflar sahibi! Ey nimetle cezalandıran, ey günahla doğru yola ulaştıran! Ey eğri yolu eğip büküp doğru yola dönüştüren! Rabb-i Rahîm’im, Rabb-i Rahim’im, Rabb-i Rahîm’im...

* * *

“Duâda hoş nefesin yoksa, gidip arınmış kardeşlerden, ihvan-ı safâdan duâ iste.” (Mesnevî, III/179)

Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Sizden biriniz hasta olan kardeşine bir şeyle fayda edebiliyorsa etsin.” buyuruyor.

Ben hastayım kardeşlerim; gıybet ettim, ölü eti yedim, zehirlendim. Tamam, istifrâ ettim iyice. Midemde bir şey kalmadı sanırım. Ama vücuduma bulaşan kısmının şerrinden muhafaza olunmam için duâ buyurun lütfen... Hazret-i Mevlâ âcilen tam bir şifâ ile şifâ versin varlığıma...

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle