Rafes, Füsuk, Cidal Yok

İnsanın gerçek yüzü, gerçek kişiliği, umre ve hacda belli olur. Kişi memleketinde yüzüne her türlü maskeyi takıp kendisini olduğundan farklı gösterebilir, ama iş kutsal topraklarda yapılan ibadetlere gelince, kişi aslına rücû eder. Şaşar kalırız. Nice kibar görünüşlü insanların tahammülsüz ve bencil olduğunu hayretle seyrederiz. Allah -celle celâlühû- tamamen samimiyet istediği bir ibadette, kişilerin maskelerini düşürür; şapka düşer, kel görünür. Kişinin gerçek ahlâkını, ne parası, malı-mülkü, ne de kariyeri, îtibarı saklayamaz.

Hırçınlıklar, tahammülsüzlükler, bencillikler, vefâsızlıklar, acelecilikler, hele hele en çok da sabırsızlıklar ve geçimsizlikler, amelleri boşa çıkarır, güzellikleri heder eder o mukaddes beldelerde.

“Hac, Arafat’tır.” (İbn-i Mâce, Menâsik, 57) hadîs-i şerîfi ile Arafat’ta başlayan hac, daha öncesinde yapılan umre ibadeti ile birlikte, Müzdelife vakfesi, Mina’da şeytan taşlama, kurban kesimi, tıraş ve Kâbe’nin son kez ziyaret edilmesi ile tamamlanır.

Bu amellerin hepsini, hacı adaylarının tamamı rahatlıkla yaparlar. Hacı adayları, artık hacı olurlar. Mekke’de Kâbe merkezli ibadet, Medine’de Peygamber Efendimiz’in mescidinde kılınan namazlar ve Ravza-i Mutahhara (cennet bahçesi; Peygamber Efendimiz’in kabri ile minberi arası) ziyaretleri ile tamamlanır. Memlekette hacca giden herkese, “hacı” deriz de melekler de aynı şeyi söylerler mi diye sorarsak; alacağımız cevap:

“-Hayır, melekler aynı şeyi söylemezler!” olur.

Çünkü yapılan ibadete verilen sevabın, bizim değerlendirmelerimizle görünen tarafı ile değil de görünenin dışındaki mânevî iklimde daha farklı değerlendirildiği ortaya çıkar. Acaba meleklerin kayıtlarında herkesin haccı, “mebrur” olarak mı kaydedilmiştir? Abdullah bin Mübârek’in menkıbesinde olduğu gibi, işler çok daha başka mıdır?

Abdullah bin Mübarek, bir hac mevsiminde Mekke’de hac vazifelerini îfâ ettikten sonra, Harem’de uyuyakalır. Rüyasında semâdan iki melek iner. Aralarında şöyle bir konuşma geçer: 

“-Bu sene, 600 bin kişi haccetti. Fakat hiçbirinin haccı kabul edilmedi, ancak Şam’da Ali bin Muvaffak ismindeki bir ayakkabı tamircisinin yaptığı amelin hürmetine Allah Teâlâ hepsinin haccını kabul etti...” 

Abdullah bin Mübarek, uyanınca merak ve hayret içinde kalır. Ali bin Muvaffak’ı yakından tanımak için hemen Şam’a gider ve onu bulup sorar: 

“-Sen nasıl bir hac yaptın da senin hürmetine Allah Teâlâ hepimizin haccını kabul etti?”

Ali bin Muvaffak ise:

“-Bir yanlışlık var. Hacca niyetlendim, fakat gidemedim.” deyince Abdullah bin Mübarek işin aslını öğrenmek ister. Ali bin Muvaffak da anlatır:

“-Otuz senedir hacca gitmeyi arzu eder dururdum. Bu zaman içinde ayakkabıcılıktan 300 dirhem para biriktirdim. Hac yolculuğuna niyet ettim. Yola çıkacağım güne yakın bir zamandı. Evimizi et kokusu sardı. O sıralar hâmile olan zevcem bana:

“-Komşudan et kokusu geliyor; canım çekti, bana bir parça et ister misin?” dedi.

Komşuma gittim. Durumu anlatınca komşum ağlamaya başladı:

“-Bu pişen et, yolda ölü olarak bulduğum bir hayvana aittir. Bundan, yedi gündür aç olan çocuklarımın ölmeyecek kadar yemeleri helâldir, size ise haramdır. Helâl bir gıda bulamaz isem, mecburen onu yedireceğim.” dedi. 

Ali bin Muvaffak: 

“-Komşumun anlattıkları içimden bir parça kopardı. Binbir zorlukla biriktirdiğim 300 dirhemi ağlayarak ona verdim; «Yazıklar olsun bana ki, sen aç iken hâlinden haberdar değilim. Hakkını bana helâl et.» dedim.”

Bunun üzerine Abdullah bin Mübarek, kendisine hakikati gösteren Rabbine hamd eder ve içlerinde gerçek mebrur hac sevabı alanın, o yıl hacda olanlar değil, hacca bile gitmeyen Şamlı bir ayakkabıcı olduğunu dehşetle müşâhede eder. (Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, 249-250)

Gerçekte Abdullah bin Mübarek’e rüyasında gösterildiği gibi, haccı mebrur olan hacıların kimler olduğunu, en iyi, mebrur hacları kaydetmekle görevli melekler bilirler. Bu sayı, onların kayıtlarında çok daha azdır; Peygamber Efendimiz’in hadislerinden, evliyâullâh’ın işaretlerinden edindiğimiz bilgilere göre…

Hac ibadetinin mânâ ciheti ile görünen kısmı arasındaki farklılık, matematik ölçüleri ile aslâ açıklanamayan bir durumdur. Hac günleri esnasında Kâbe’yi belki de yüz kez tavaf eden, onlarca kez ihrama girip umre yapan, Mescid-i Nebî’de günde üç kez Efendimiz’in Ravza-i Mutahhara’sında onlarca rekat namaz kılıp gözyaşı döken kişilerin haccı da, umresi de meleklerin kayıtlarında zerrece değeri olmayanlar grubunda olabilir. O zaman dehşetle hissederiz ki, hac ibadetinde amellerin sevabı, iki kere iki dört gibi açıklanamaz. Nice az tavaf eden, Ravza’da çok az namaz kılanların o az ibadeti, kemmiyyette çok ibadet edenlerinkini geçmiş, en yüksek makama oturuvermiş olabilir.

Hac ve umre ibadeti esrarlı bir ibadettir. Her şeyin bir görünen, bir de görünmeyen, ama gerçek yüzü vardır. Bu ikisinin arasındaki farkı da daha çok insanlar arasındaki muâmeleler belirler.

2008 yılında umre vazifem esnasında, çok zarif bir hanım ile karşılaşmıştım. Bu hanım, yaşlı teyzelerin koluna giriyor, onlara yardım ediyor, Ravza’da namaz kılabilmeleri için elinden geleni yapıyordu. Kendisi de Ravza’nın hanımların namaz kıldığı kısmın kapatılışı esnasında iki rekat namazı zor kılıp ayrılıyordu. Yaşlılarla uğraşmasa, daha çok ibadet edebilirdi. Kur’ân okuyabilir, kaza namazı kılabilir, bol duâlar edebilirdi. Ama o, yaşlı teyzelerle ilgilenmeyi seçmişti. Çünkü ben öyle evlatlar gördüm ki, Medîne’de… Annesini bir kez Ravza’ya götürür, daha sonra kendisine ayak bağı olmasın diye getirmez, otelde bırakır. Kendisi habire Mescid-i Nebî’de kazâ namazı kılar, Kur’ân okur, tesbih çeker, ibadet eder. Annesi de otel odasında evlâdının yolunu bekler. Görünürde çok ibadet eden mi daha çok sevaba ulaşmıştır, yoksa çok yardım edip “Allah râzı olsun.” duâsı alan mı?

Yine umre esnasında tanıdığım bir hanım bana:

“-Hocam biz, bir «Allah râzı olsun.» sözü için boynumuzu veririz.” demişti.

Kâbe’de kafilemizde bulunan üç hanım yanıma gelip:

“-Hocam, arkadaşımız bize, «Siz beni bekleyin, ben birazdan gelirim.» dedi, tam dört saattir yeşil ışıkların bulunduğu yerde bekliyoruz, ama daha gelmedi.” demişlerdi.

Sonradan öğrenmiştim ki, arkadaşlarından kurtulmak için onlara hemen gelirim deyip, gelmemiş ve bol bol Kâbe’yi tavaf etmişti. Okuma-yazma bilmedikleri için tek başına hareket etmekten korkan üç hanım, içlerinden daha genç ve gözü açık olduğu için arkadaşlarını bir an yalnız bırakmıyorlar, her yere onunla gidiyorlardı. Daha sonra genç umreci hanımın kendisinden edindiğim bilgiye göre; arkadaşları ile ilgilenmekten, onları sıkıştıkları zaman tuvalete götürmekten, tavaf ettirmekten yorulup kendisi istediği gibi doya doya ibadet edemediğinden, çareyi arkadaşlarını atlatmakta bulmuştu. O günden sonra diğer hanımlar başlarının çaresine bakmışlardı ve aralarında çok büyük bir kavga ve küslük olmuştu.

“Umrede, hacda kavga olur mu?” diye bir soru soracak olursak, rahmetli Ali Ulvi Kurucu büyüğümüzün dediği gibi:

“-Şeytanın generali, Mekke’de ve Medine’dedir.”

Biz, sanki bu sözü haklı çıkarmaya çalışırcasına, o mübarek beldelerde aklımızın alamayacağı kadar câhilce hatalar işleriz, normal zamanlarda önemsemeyeceğimiz nice basit şeylerin peşine düşüp ne kavgalar ederiz, aklınız şaşar.

“İbadet bencilliği” diye bir huy gelişir hacda… Hac ve umre adayları, ibadetlerini, en güzel mekânda, kimseler kendilerini rahatsız etmeden, sadece kendilerinin yapmasını isterler:

“Kâbe’yi en güzel gören yerde namaza ben durayım.”,

“Hacerü’l-Esved’i ben öpeyim.”,

“Rükn-i Yemânî’ye ben dokunayım, yakın olayım.”,

“Kâbe’nin örtüsüne sarılıp, gözyaşı dökerek ben duâ edeyim.”,

“Hicr’de mutlaka ben namaz kılayım.”,

“Kalabalık insanların tavaf etmesine engel olsam dahî Hazret-i İbrahim makamında tavaf namazımı kılayım.”,

“Ravza’ya ilk önce ben gireyim, en ön sütunlarda ben namaz kılayım.”,

“Normalde iki rekât namaz kılınıp çıkılması gereken Ravza-i Mutahhara’da, görevliyi aldatıp, tekrar içeri sızıp dört rekat daha namaz kılayım.”,

“Kimse namazda beni sıkıştırmasın.”,

“Benden yer vermemi istemesinler.”

Tek başına olmayı, arkadaşları ile birlikte ibadet etmeye yeğleyenler de vardır. Arkadaşı tuvalete gidecek olsa onunla tuvalete gitmek zorunda olduğu için tavaftan kalacağını düşünüp, arkadaşlarını beklemek yüzünden iki tavaf daha az yaparım endişesi ile kimseye yardım etmeyen, kimse ile birlikte olmamaya çalışan, yangından mal kaçırır hesabı tavaf edenler vardır. Bunlar da hasis tüccar hesabı, tek tek tavaf sayarlar ve otele geldiklerinde övnürler:

“-Bugün on tavaf ettim.”

Sanki yüce Allah, tavaf sayısına bakıyormuş gibi... İhlâsla arkadaşlarına yardım etmekle kazanılacak binlerce sevap düşünülmez. Orada yanlış bir matematik hesabının içine girilir. Hâlbuki Allah kemmiyete (sayıya) değil, keyfiyete (vasfına) bakarken... Hacda böyle kişilerin hesapları hep yanlış çıkar. Görünürde çok ibadet ederler, ama hasis tüccar tavrı ile yaptıkları ibadet ile birçok gönlü kırdıkları; fedâkârlık edip, bir “Allah râzı olsun!” duâsına muhatap olamadıkları için görünürde kazançlı, ama mânâ âleminde kaybedenlerden oluverirler.

Ravza vazifesi yaptığımız bir günde, yaşlı teyzelerden birisi, Ravza-i Mutahhara’ya girmekten vazgeçip, ayakta Peygamber Efendimiz’e salavat getirip, duâ edip çıkmak istemişti. Sebebini sorunca da:

“-Hanımlar o kadar yüksek sesle kavgalar ediyorlar ki, Efendimiz’in rûhâniyeti bunların edepsizlikleri yüzünden burayı terk ettiler. Öylesine yüksek sesle bağrıştıkları için…” Sonra da:

«Ey îmân edenler! Seslerinizi O Peygamber’in sesinin üzerine yükseltmeyin. Kiminizin kiminize bağırarak konuştuğu gibi, O’nun huzurunda sözü yükseltmeyin. Yoksa siz, hiç farkında olmadan amelleriniz eriyip gider.» (el-Hucurât, 2) âyetini hatırlatıp:

“-Ameller eriyip gidiyor, ben buradan gidiyorum!..” demişti.

“Bir kez gönül yıktın ise o kıldığın namaz değil

Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil” demiştir, Yûnus Emre…

Hazret-i Mevlânâ ise, Dîvân-ı Kebîr’de:

“Cenâb-ı Hak, görünen ve bilinen sûret Kâbe’sini tavaf etmeyi, kirliliklerden temizlenmiş bir gönül Kâbe’si elde edesin diye sana farz kılmıştır.

“Allâh’ın huzuruna altın dolu binlerce keseler götürsen, Cenâb-ı Hak; «Bize bir şey getirmek istiyorsan, kazanılmış bir gönül getir! Kazandığın gönüllerin yardımı seninle beraber olursa, kalbinden hikmet kaynakları fışkırır, akar.» diye buyurur.

Bakara Sûresi’nin 197. âyetinde:

“Hac bilinen aylardadır. Her kim o aylarda hacca başlayıp kendisine farz ederse; artık hacda rafes (cinsî muhtevâlı çirkinlikler), füsûk (hâl ve beden ile yapılan, bütün çirkinlikler), cidâl (haklı olduğumuz bir konuda bile olsa başkalarıyla tartışma, atışma ve çatışma) yoktur.” buyrulmaktadır.

Yapılan hac ibadetinin “mebrûr” olmasına engel olan ameller, işte bu rafes, füsuk ve cidâl cinsinden günahlardır.

Normal zamanlarda kalbimizden bir kötülük geçse, ama amele dökmesek, biz o kötü düşünceden mes’ul olmazken, hac ve umrede ihramlı iken aklımızdan geçen hâinliklerin de hesabını veririz. Mebrur olan umre ve haccın kişiye sağladığı Allâh’ın rızâsı ile birlikte cennet nimetlerinin değeri öylesine büyüktür ki; bu mukaddes yolculukta kişinin kalbinin selîm olması son derece önem arz eder.

Umre ve hacda mânâ âleminde büyük mesafeler kat etmiş, Allâh’ın dostluğuna ermiş değerli hanımlar da vardır ki, birisi beni çok şaşırtmıştı. Görünürde son derece sâde olan, çok da şık ve gösterişli olmayan, yani dünya gözü ile bakanların değer vermeyeceği bir hanımken bana dönüp:

“-Kızım! Efendimiz’in minberinin altında kaynayan Kevser Havzı’nı görüyor musun, coşuyor mâşaallah! Hay kurban olduğum Mevlâm, coşuyor mâşaallah!” demişti.

Efendimiz’in minberi ve Kevser havzı ile ilgili hadîsini düşününce, bu teyzenin biz gafillerin göremediği derinlikte âlemleri seyretmesi beni çok etkilemiş, hem de çok imrendirmişti. Şimdi böylesi rûhî istidâdı yüksek bir hanımefendiyi basit sebeplerle incitmek, ne derece gönül kırıklığına sebep olur, kim bilir?! Hac ve umrede karşımıza kimin çıkacağını bilemeyiz. Bizim namaz kılarken incittiğimiz, yer vermediğimiz nice evliyâullah vardır da onları incitir, sonra biz de amellerimizde kaybeder gideriz. Hac ve umre esnasında muhatap olduğumuz herkesi Hızır bilmek en akıllıcasıdır. Hac ve umre ibadetimiz esnasında derin sırları olan işler ve kişiler bizim etrafımızda dolanır durur.

Rabbim bütün hac ve umre adaylarımızı, nîmetleri fark eden, bu nîmetlerden gafil olmayanlardan ve onları lâyıkıyla değerlendirebilen kimselerden eylesin.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle