Hac, Kendimizin Derinliklerine Bir Yolculuk

İnsan, küçük bir kâinât; kâinât küçültülmüş bir insan… Yeryüzünün nehirleri, insanların damarları; ağaç ve otlar, vücudumuzun saçları ve kılları… Dağlar nasıl toprağa çakılmış birer kazık ise, kemiklerimiz de vücudumuzun dik durmasını temin eden ana iskeleti… Böyle bir vücudun bir de kalbe ihtiyacı var. İşte kâinâtın merkezi, Kâbe; insan vücudunun kalbi mesâbesinde…

İnsan, memleketinden nice meşakkatlere katlanıp yollara düştüğünde aslında kalbine doğru bir seyahate başlamış oluyor. Bu seyahatin birinci azığı, “sabır”… Yolculuğa hazırlanırken, yolculuk esnasında ve yolculuk bitene kadar sabır!.. Evden ayrılırken geride bıraktıklarımızın hasretine sabır, yolculuk için hazırlıklarımızın tamamlanması için sabır, her türlü tedbirimize rağmen unuttuklarımıza sabır, yolculuk esnasında bize refakat edecek arkadaş ve yoldaşlarımızın meşakkatlerine sabır, gittiğimiz yerde umduğumuz hâlde bulamadığımız şart ve imkânlara, ibadete koşarken ayağımıza takılan engellere sabır; hastalıklara, yorgunluklara, uykusuzluklara, bilgisizliklere, nâdânlıklara sabır… İbâdet ederken sabır… En büyük ibadetlerden biri olan insanlara hizmet ederken, onların ihtiyaçlarını karşılarken meydana gelen meşakkatlere sabır… Güneşte beklerken, sıcakta yürürken, soğukta donarken, trafikte sıkışmışken hep sabır… Her şey bitti, geri dönerken, uçağımıza, otobüsümüze binerken sabır… Eğer bu sabır imtihanından geçemezsek, geride sadece kuru bir yorgunluk kalma ihtimaline karşı sabır…

Bu kalb yolculuğa çıkmadan ikinci azığımız, “teslimiyet ve tevekkül”… Hazret-i Hacer’in kucağında İsmail’i ile, beyi Hazret-i İbrahim’e gösterdiği “teslimiyet” ve onunla binlerce kilometrelik bir yol yapması ve sonra çöl ortasında tek başına kaldığında gösterdiği derin “tevekkül” gibi… Aynı şekilde kucağında yavrusu, çölün ortasında susuz ve erzaksız bir şekilde yapayalnız kaldıktan sonra bile dirâyet, cesâret, firâset ve gayretini kaybetmeden, sadece Allâh’a dayanarak sebeplere yapışmasındaki “tevekkül ve teslimiyet” gibi… Ancak yaşlılık demlerinde kavuştuğu biricik yavrusu İsmâil’i ve muhterem eşi Hacer’i, Allâh’ın fermanına boyun bükerek geride bırakırken bir defa olsun geriye dönüp:

“-Ne oldular acaba?” demeden, orayı terk eden Hazret-i İbrahim gibi, her şeyi, sevdiği her şeyi Allâh’a adamak kararlılığı ve “en emîn olan”a, “el-Emîn”e teslim etmiş olmanın itmi’nanı ve tevekkülü…

Bu tevekkülün bir başka tezâhürü de Hazret-i Hacer’in, o yokluklar içinde büyüttüğü yavrusunu, şeytanın vesveselerine rağmen babası Hazret-i İbrahim’e, kurban edilmek üzere teslimi… Babanın evlâdını kurban etmek hususunda bile olsa, Allâh’ın emirlerine inkıyad ve teslimiyeti… Evlâdın, hayatını kaybetme uğruna dahî olsa, Allâh’ın fermanına sonsuz teslimiyet ve tevekkülü…

Bu kalb yolculuğunun en önemli basamağı, “kulun, her şeyin merkezine Allâh’ı alma ve O’nu Rab tanıma kararlılığı… Kulluk şuuru…” Nasıl tekbir esnasında, bütün sevdiklerimizi, bütün varlıklarımızı elimizin tersiyle arkamıza itiyorsak; tavafa girince, o ateşe düşen pervaneler misali, Kâbe’nin etrafında uçuşurken her şeyi, ama her şeyi geride bırakabilme; bir fert olarak, bir kul olarak bütün acziyetimizle, bütün hiçliğimizle O’nun makamında olduğunu hissetme şuuru…

Bir kefen ile bir beden; aynı mahşer meydanında gibi… Aynı “kâlû belâ” bezminde olduğu gibi… Sözümüzün arkasında durup “Ben âciz bir kul; Sen Aziz bir Rabsin” itirafını tekrar etmek… Bunun için Hacer-i Esved’deki biatımızı te’yid etmek…

Dünyada nasıl gece ve gündüz varsa, yine nasıl aydınlık ve karanlık varsa, insanda da takvâ ve fücur var. Şeytanı, cemerâtlarda taşlarken, içimizdeki bütün süflî istek ve arzuları da taşlamak gerekiyor. Nasıl haccın sonunda kurban kesiyorsak, onun kanının akmasını bekliyorsak; nefsimizin boynunu büküp onu da Hak yoluna kurban etmek icab ediyor. Onu tamamen öldürmek, yani nefsimizi yok etmek yok, bazı bâtıl dinlerde olduğu gibi… O, bizim bineğimiz, hayat boyunca yanımızda, yedeğimizde duracak… Ama onun dizginini elden bırakmamak gerekiyor. Aksi hâlde kendisini de yok etmek pahasına, bizi uçurumlardan devirmeye kadir ve istekli… Ona her zaman, sahibini hatırlatmak gerekiyor. Bu yüzden bütün süflî ve şeytânî hevesâta karşı cemeratta bir kere daha, bir kere daha taş atmak lâzım…

Bu amansız düşmanlarımıza karşı en büyük azığımız “duâ ve secde”… Hazret-i İbrahim’in Cenâb-ı Hak’tan sâlih bir nesil isterken yokladığı kapı… Evlâdına sahip olduktan sonra onu ıssız ve çorak bir vadide terk ederken müracaat ettiği kapı… Çöllerden zemzem fışkırtan, ıssız bir mekânda insanlara mesken edindiren, dağlar arasındaki bir vadiyi dünyanın her tarafından insanların gönlünün ve yolunun çevrildiği bir merkez hâline döndüren bir yalvarış… İnsanlığın en son peygamberinin, kendi neslinden çıkmasını temin eden niyaz…

En son azığımız, “tevbe”… Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havva’nın sığındığı rahmet şemsiyesi… Bütün enbiyânın ilâhî rahmeti celbettiği mânevî mıknatıs… Âcizliğimize tevbe, hatalarımıza, unuttuklarımıza, isyanlarımıza, gafletlerimize, ihmal ettiklerimize, bilerek ve bilmeyerek yaptıklarımıza… İbâdet ederken bile farkında olmadan terk ettiklerimize, noksanlarımıza, câhilliğimize, mârifet ve muhabbetten mahrumluğumuza…

Ve sabırla başlayıp tevekkül ve teslimiyetle bilenen, Allâh’a kulluk şuuru ile taçlanan bu kalbî seyahatimiz, duâ ve tevbe ile saflaşır saflaşır ve bizi tertemiz kılar. Bu çileli, yolculuğun sonunda biz, tıpkı annemizden doğduğumuz gibi tertemiz olur ve dünyanın dört bir tarafında olan memleketlerimize geri döneriz. Ve deriz ki:

“Biz, Rabbimiz’le olan ahdimizi yeniledik. “Kalu belâ” bezminde verdiğimiz sözü hatırladık ve Hacer-i Esved’in karşısında biatımızı tazeledik. Artık biz, Allah dışında bir ilâha kulluk etmeyeceğiz, hırsızlık yapmayacak, zinâ etmeyeceğiz. Faizden, kan davası gütmekten uzak duracağız. İnsanlara gıybet ve iftira atmayacak, haksız yere başkasının malını yemeyeceğiz. Yetimlerin, garip ve kimsesizlerin, dul ve yaşlıların hâdimi olacağız. Kendimizi ve âilemizi, yakıtı taşlar ve ateşler olan cehennemden uzak tutmaya çalışacağız.

Rabbimiz!.. Bizi, sana verdiğimiz söz üzere, sâbit kadem eyle!.. Bizi, sırât-ı müstakîmden, sana ulaşan hidâyet yolundan ayırma!.. Bizi gadab ettiklerinin ve dalâlete sapanların hâline düşürme!.. Bize, kendilerine sonsuz nimetler ihsan ettiğin nebîleri, sıddîk ve şehidleri yoldaş eyle!... Sen bizim Velimiz ve Mevlâmızsın. Sen ne güzel dost ve ne güzel yardımcısın. Âmin.”

Fatma Nur CİHAN

 

 

Allah Rasûlü buyuruyor ki:

 

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Bir kimse, yiyecek, içecek ve binecek masraflarına mâlik olup da Beytullâh’a gitmek mümkün iken haccetmezse, onun yahûdî veya hristiyan olarak ölmesine hiçbir mânî yoktur!” (Tirmizî, Hac, 3)

*

“Bir umre, diğer umreye kadar arada işlenenler için kefârettir. Hacc-ı Mebrûr’un karşılığı cennetten başka bir şey olamaz!” (Buhârî, Umre, 1)

*

 “Her kim, şu Kâ­be-i Mu­az­za­ma’ya hac ni­ye­tiy­le ge­lip de, fısk ve refes iş­le­me­den hac­cı­nı îfâ eder­se, ana­sın­dan doğ­du­ğu gi­bi gü­nah­sız bir şe­kil­de ter­te­miz ola­rak evi­ne dö­ner.” (Müs­lim, Hac, 438)

*

“Haccedecek kimse, acele etmelidir!” (Cem‘u’l-Fevâid, II, 77)

*

“Allâh yolunda haccı edâ eden kimse, hevâ ve hevesine kapılmazsa, günâh işlemezse, anasından yeni doğmuş gibi günâhsız olur.” (Ebû Dâvûd hariç bütün sahîh hadis kitapları)

*

“Beni vefâtımdan sonra ziyâret eden kimse, sanki beni hayâtımda ziyâret etmiş gibidir!” (Dârekutnî, Sünen, II, 278)

*

Rasûl-i Ekrem Efendimiz, haccı esnâsında Beytullâh’ı görünce ellerini kaldırmış ve:

“Ey Allâh’ım! Bu Beyt’inin şerefini, azametini, keremini ve heybetini artır. Ona hac ve umre ile tâzîmde bulunanların da şereflerini, keremlerini, heybetlerini, tâzîmlerini ve iyiliklerini artır!” diyerek duâ etmiştir. (İbn-i Sa’d, II, 173)

*

Bir hadîs-i kudsîde şöyle buyrulmaktadır:

“Allâh Teâlâ buyuruyor: Ben bir kuluma sıhhat ve âfiyet ihsân edip rızkını da bol verdiğim hâlde, o her dört senede bir Bana gelmezse (yâni hac veya umre ziyâretinde bulunmazsa) o kimse gerçekten mahrum biridir.” (Heysemî, III, 206)

 

Ne Getirdiniz?

 

Pakistan’ın mânevî mîmârı Muhammed İkbâl, bir gün Medîne’den dönen hacıları ziyâret ederek onlara kâmil bir mü’minin gönül ufkunu sergileyen şu sualleri sorar:

“–Medîne-i Münevvere’yi ziyâret ettiniz! Uhrevî Medîne çarşısından gönlünüzü ne gibi hediyelerle doldurdunuz? Getirdiğiniz maddî hediyeler, takkeler, tesbihler, seccâdeler bir müddet sonra eskiyecek, solacak ve bitecek. Medîne’nin hiç solmayan, gönüllere hayat veren, rûhânî hediyelerini getirdiniz mi?..

Hediyeleriniz içinde Hazret-i Ebû Bekir’in sıdk ve teslîmiyeti; Hazret-i Ömer’in adâleti; Hazret-i Osman’ın hayâsı ve cömertliği; Hazret-i Ali’nin irfânı ve cihâdı var mı? Bugün bin bir ıztırap içinde kıvranan İslâm dünyâsına gönlünüzden bir asr-ı saâdet heyecanı verebilecek misiniz?”

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle