Çok Güzeldi, Ölüm Ona Yakışmaz ki

Genç kız, uzun uzun çalan telefonun sesi ile uyandı. Bedeni yatağa âdeta yapışmıştı.

“-Sabahın köründe kim bu arayan?!” diye söylenirken başucundaki saat 14: 30’u gösteriyordu. Gece ikide eve geldiğini hatırladı. Telefona yetişemedi. Aradan birkaç dakika geçince tekrar çalmaya başlayan telefon, iyice sinirlerini bozmuştu. Çantasında telefonu arıyor, ama bir türlü bulamıyordu. Çantasını önüne döktü. Telefonun onuncu defa çalışında ancak açabildi.

Ahizeden sadece çığlıklar ve ağıtlar duyuluyordu. Daha kimse konuşmadan önce, genç kız, tepeden tırnağa ürpermişti.

“-Alo, kimsiniz, kimsiniz?” diye sormaya başladı.

Karşı taraf biraz ağırdan alıyordu. Nihayet sesi duyuldu:

“-Alo, ben Reyhan.”

“-Ne oldu Reyhan, neden ağlıyorsunuz?”

“-Âmine!.. Dün akşam, dün akşam Füsun trafik kazası geçirmiş. Şimdi ölüm haberini aldık. Hemen gel!..”

Şimdi şaşırma sırası Âmine’ye gelmişti. Karşı taraf telefonu kapatmış, Âmine, telefon elinde donakalmıştı. Daha dün gece birlikteydik, diye düşündü. Yedik, içtik, eğlendik, sinemaya gittik. Ne kadar güzel bir gece geçirdik, hep birlikte… Dün kanlı canlı olan kız, şimdi ölmüştü, öyle mi?! Aklı bir türlü almadı.

“-Ölmüş olamaz!..” dedi, bir anda… “Ölmüş olamaz, daha 19 yaşındaydı. Hem ölüm ona yakışmaz ki!..”

Neden sonra kendine geldi, toparlandı. Hemen üstünü giydi, çantasını yerleştirdi ve yola çıktı. Füsunların evine gidiyordu. Herhalde bütün arkadaşlarına haber vermiş olmalıydılar. Aceleyle bir taksiye bindi ve kısa zamanda cenaze evine ulaştı. Şimdiye kadar koştura koştura gelen ayakları, nedense binanın önüne geldiğinde adeta yere çakılı kalmıştı. Bir türlü ayağını kaldıracak güç ve cesaret bulamıyordu. Orada Füsun’un cesedi ile karşılaşmak korkusu içten içe kendisini kemiriyordu. Aslında tam olarak dile getiremese de, ona ürkütücü gelen, ölümün bu kadar yakınına kadar gelmiş olmasıydı.

Cenâze evinden yükselen ağıtlar, daha apartmanın girişinden duyuluyordu. Kendine biraz cesaret telkin etti, ben, Füsun’un bunca yıllık arkadaşıyım. Onu, ölümün kollarında yalnız bırakmamalıyım, dedi ve yavaş yavaş merdivenleri çıktı. Zile bastı. Kapı açıldığında, içerideki mâtem havası âdeta dışarıya taştı. Ağlayanlar, sızlayanlar, feryatlar, ağıtlar… Birbirinin omzuna yaslanıp gözyaşlı dökenler, ne yapacağını bilmez şekilde çaresizce bir köşeye büzülmüş olanlar… Genç kızlar bir araya toplanmıştı. Hiçbirinin ağzını bıçak açmıyordu. Daha dün gece bir aradaydılar. En genç ve en alımlı olanlarıydı Füsun… Gülücükleriyle, esprileriyle neşe saçıyordu, arkadaş grubuna… Ama şimdi, üstüne beyaz bir örtü örtülmüş ve öylece, kaskatı bekliyordu. Annesi feryadı, bütün duvarlarda çınlıyordu:

“-Gelinlik giyecekken kefen mi giydin?! Kalk, bu elbise sana hiç yakışmadı… Gençliğine yazık oldu, güzelliğine yazık oldu!..”

Bir müddet sonra âilenin erkekleri geldi ve Füsun, tabuta yerleştirilerek evden çıkartıldı. Tabut, cenâze arabasına kadar omuzlarda kaya kaya gitti. Cenâze, câmiye götürülecekti. Ezan okunana kadar bir saat kadar zaman vardı. Bu yüzden Mevlid okutmak için bir hocahanım çağırmışlardı.

Âmine, iyice kenara büzülmüş, dün geceden beri olup bitenleri zihninden süzüp duruyordu. O bambaşka bir âleme dalmıştı. Ne kapının çaldığını, ne de gelen hocahanımın sohbete başlamasını hiç fark etmedi. Hocahanım, Mevlid okumak için getirilmişti, ama Mevlid’e başlamadan kısa bir sohbet yapmak istediğini söylemiş, sonra da Kur’ân-ı Kerim okumaya başlamıştı.

Âmine, Kur’ân okuyuşunu duyana kadar kendi dünyasına dalıp gitmişti. Hocahanımın okuyuşunu dinledikçe ruhu biraz tesellî buldu, ama içinde fırtınalar kopuyordu. İçten içe bir isyan büyüyordu; gençti, güzeldi, hayatının baharındaydı, neden öldü, başka kimse yok muydu? Daha gençti, çok güzeldi. Beraberce geçirecekleri daha çok günleri vardı. Neden, neden? Bir türlü bu sorulara cevap veremiyordu. Düşünmekten başı ağrımaya başladı.

Hocahanım, Kur’ân okumayı bitirmiş ve “el-Fâtiha” demişti. Sonra yumuşak bir üslupla sohbetine başladı. Önce cenâze evine, anne ve babasına, yakın ve arkadaşlarına tâziyede bulundu. Sonra sözlerine şöyle devam etti:

“-Sevgili dostlar, Füsun, benim de akrabamdı. Amcamın kızı idi. Onun arkasından ağlamalarımız, feryat ve figanlarımız artık onu geri getirmez. O dönülmez bir yolculuğa başladı. Şu andan sonra ona faydalı olmak istiyorsak, onun için Kur’ân okuyacağız, sadakalar vereceğiz. Artık o, dünya sahnesindeki perdesini kapattı, ununu eledi, eleğini astı. Sırada belki de bizler varız. O, vefatıyla bizimle konuşmaya başladı; bakalım, biz onun öldükten sonra bize söylediklerini duyabilecek miyiz? Sessizce bize nasihat eden ölümün kelimelerini duyabilecek miyiz? Ölüm, diyor ki; ben her yaşta, her seviyedeki insana gelebilirim. Genç, de, yaşlı da, çocuk da benim elimden kurtulamaz. Kimin vadesi gelmişse, onu bir an bile bekletmem. Zenginlere de uğrarım, fakirlere de… Hastalara da uğrarım, zinde ve sağlıklı olanlara da… Ben, her an evinize gelip misafiriniz olabilecek biriyim; siz beni ağırlamaya hazır mısınız? Benim gibi sürpriz bir misafir için hazırlıklı mısınız?”

Hocahanımın, bu sözleri üzerine ağlayanlar önce birbirlerine baktılar, sonra başlarını önlerine eğip düşünmeye başladılar. Deminki ağıtlar yükselen ev gitmiş, daha sessiz, daha mütevekkil bir ev gelmişti sanki…

Âmine ise, iç dünyasında gelgitler yaşamaya devam ediyordu. Ya ölen Füsun değil de, kendisi olsaydı? Füsun’u farklı kılan neydi? Onu alan ölüm, kendisine ne zaman uğrayacaktı? Ya o da genç yaşındayken ölecek olursa? O zaman hayata dair bütün planları, hedefleri, hayalleri alt üst olacak demekti. Sahi, Füsun’un hayallerine ne olmuştu? Şimdi o yapmak istediklerinin ne kadarını yapabilirdi? Âmine, iç dünyasında bu düşüncelerle boğuşurken, dinleyiciler arasından birisinin sesini duydu:

“-Hocam, ben ölümden çok korkuyorum, ölmek istemiyorum!..”

O anda dinleyicilerin hemen hepsi, o cümleyi söyleyen kimseyi tasdik edercesine başlarını salladılar. Sanki hepsi, evet, biz de ölümden çok korkuyoruz der gibiydiler.

Hocahanım, bunun üzerine mevzuya başka bir açıdan yaklaşmaya karar verdi:

“-Mevlânâ Hazretleri, şöyle buyurmaktadır:

“Evlat, herkesin ölümü kendi rengindedir, insanı Allâh’a kavuşturduğunu düşünmeden ölümden nefret edenlere ve ölüme düşman olanlara, ölüm korkunç bir düşman gibi görünür. Ölüme dost olanların karşısına da dost gibi çıkar.”

“Ey ölümden korkup kaçan can! İşin aslını, sözün doğrusunu istersen, sen aslında ölümden korkmuyorsun, sen kendinden korkuyorsun.”

“Çünkü ölüm aynasında görüp ürktüğün, korktuğun, ölümün çehresi değil, kendi çirkin yüzündür. Senin rûhun bir ağaca benzer. Ölüm ise, o ağacın yaprağıdır. Her yaprak, ağacın cinsine göredir.”

Demek ki, ölüm, sadece kendisini unutanlara korkunç geliyor. Ölümü devamlı hatırlayan, ona göre hazırlık yapanlar için ölüm, âdeta sevgili gibi hasretle beklenen bir dosta dönüşüyor. Peygamberimizin ashâbından birisi gelmiş ve O’na:

“-Ey Allâh’ın Rasûlü!.. Mü’minlerin en faziletlisi kimdir?” diye sormuş. Peygamber Efendimiz de:

“–Ahlâkça en güzel olanlardır!” cevâbını vermiş. Bu sefer o zât:

“–Peki, mü’minlerin en akıllısı kimdir?” diye sordu. Peygamber  -aleyhissalâtü vesselâm-:

“–Ölümü en çok hatırlayan ve sonrası için en güzel şekilde hazırlık yapanlardır. İşte (gerçek) akıllılar bunlardır.” buyurdu. (İbn-i Mâce, Zühd, 31)

O hâlde gerçek akıllılar, sadece ölüme hazırlananlardır. Çünkü ölüm, kaçınılmaz bir şekilde herkese uğruyor. Er geç bize de gelecek… Kimse ölmekten kurtulamamış ve yine kimse, öldükten sonra tekrar eski hayatına dönememiş. O hâlde ölümü ve onun ardındaki hayatı iyi öğrenmeliyiz. Sonra da ona göre hayatımızı gözden geçirmeli ve sonsuz bir hayat için hazırlık yapmalıyız.”

Hocahanım, sözlerini bu şekilde tamamladı ve usûlen kısa bir Mevlid okuyarak sohbeti bitirdi. Evdekiler, yavaş yavaş toparlandılar ve cenaze merâsimi için bir kısmı câmiye, bir kısmı da mezarlığa doğru hareket etti.

Âmine, yerinde kalakalmıştı. Gözleri, evin içinde biraz önce Füsun’un hareketsiz yattığı yerdeydi. Arkadaşlarının koluna girip kendisini kapıya doğru sürüklemeye çalıştıklarını fark edince kendine geldi. Arkadaşlarıyla beraber arabaya binmişler, mezarlığa doğru gidiyorlardı. O aralıksız düşünmeye devam ediyordu; ölüme hazırlanmak… Ben hayatım boyunca hep bir şeylere hazırlandım. Yarım saatlik bir yemek için saatlerce mutfakta hazırlık yaptım. Üniversite sınavında başarılı olabilmek için yıllarca dershanelere gittim, ek dersler aldım, hazırlandım. Dün sinemaya gitmek için seçeceğim elbiseye karar vermek için bile saatlerce aynanın karşısında hazırlık yaptım. Ya ölüme hazırlık? Arkadaşlarımın bazıları namazlarını kılıyorlar, bazıları da benim gibi sadece yılda bir defa oruçlarını tutuyor. Başka? Evet, ilkokulda yazın câmide Kur’ân okumayı öğrenmiştim. Ama sonra hiç vaktim olmadı, tekrar edemedim. Şimdi nedense hatırlamıyorum bile… Ablama hiç benzememişim. O rahatça başını örttü, namazını da düzenli kılıyor. Ama bunu yapmak o kadar da kolay değil ki… Çevrem var, arkadaşlarım, kurulu bir düzenim… Sonra ben üniversite okudum, başını örtenler, işe girmek için daha çok uğraşıyor. Zaten örtünmek bana göre değil ki… Sonra içinden bir ses, ölmek de Füsun’a göre değildi, dedi.

Gerçekten Füsun ile ölümü yan yana hiç düşünemiyordu. Arkadaşı o kadar hayat doluydu ki, sanki hiçbir zaman ölmeyecek gibiydi. Ölüm, yaşlılara, hastalara yakışıyordu belki ama arkadaşına hiç yakışmamıştı.

Mezarlığa gelmişlerdi. Füsun’un tabutu daha gelmemişti. Onlar, mezarlığın yüksekçe bir yerinde beklemeye başlamışlardı. Âmine, göz ucuyla mezarlığa şöyle bir bakındı. Burası, Füsun’un yeni evi, kabirdekiler de yeni arkadaşları öyle mi, diye geçirdi içinden… Şimdi o can arkadaşımız, bu akşamı, burada, yeni evinde ve yeni arkadaşlarıyla geçirecek öyle mi? Bir anda ürperdi, toprağın soğukluğunu iliklerine kadar hissetti. Sonbahar da yaklaşmıştı. Yerler de ıslak gibiydi. Birkaç gündür yağmur yağmıştı, zaten… Şimdi Füsun, o gencecik beden, toprağa bırakılacak ve geriye dönüp gidilecekti. Herkes, sanki hiçbir şey olmamış gibi, Füsun sanki hiç yaşamamış gibi işlerine güçlerine dönüp kaldıkları yerden hayatını yaşamaya devam edeceklerdi.

“-Hayat, çok garip…” dedi, kendi kendine…

“-Çok seviyorsun, hadi gel, yanına yatıver!..” desen, Füsun’un yanına yatacak, ona mezarda arkadaşlık edecek kimse yok… Feryatlarla yeri göğü inleten annesi bile mezarda biricik kızını yalnız başına bırakıp gidecek… Yazık… Çok yazık.

Âmine, biraz ileride Hocahanımı fark etti. Dalıp gittiği düşünceleri sebebiyle yarım yamalak dinlediği sohbetinden istifade ettiğini düşündü. Ama soruları vardı. Yanına yaklaşıp sormak istedi. Arkadaşlarının arasından sıyrıldı. Hocahanıma doğru yaklaştı.

“-Hocam, müsaitseniz birkaç sorum olacak.” dedi.

Hocahanım, Âmine’nin düşünceli hâline baktı ve başını sallayarak:

“-Cenâze gelene kadar birkaç dakikamız var, buyur seni dinliyorum.” dedi.

“-Hocam, neden Füsun? Daha çok gençti, hayat doluydu. Niye yaşlı başlı insanlar değil de o?”

“-Öncelikle ölüm herkes için… Her insan, doğduğu andan itibaren ölüm adayı… Hatta bazıları daha dünyada tek bir nefes almadan, anne karnında ölüveriyorlar. Ölümün yaşı yok. Kime, nerede, ne zaman geleceği belli değil. Onun için hepimizin, her an ölüme hazır olması lâzım. Neden gençlere ve çocuklara da ölüm gelir, dersen birinci hikmeti, ölümün bu hazırlıksız gelişini hatırlatmak olmalı… Böylece insanlar her an, kendilerini âhirete hazırlasınlar; nasıl olsa yaşlanınca öleceğim diye düşünüp rehavete kapılmasınlar. İkincisi insan ya ibâdet üzere yaşar ya da günah ve isyan üzere… Genç iken ibâdet dolu bir hayat geçirenler, böylece tertemiz bir şekilde Rabbine kavuşmuş olurlar. Genç olduğu hâlde günahlara dalanlar ise, daha fazla günah işlemeden Rablerine dönmüş olurlar. Ama yine de gençlerin ölümü hep acı gelmiştir. Yunus Emre bile:

Yalancı dünyâya konup göçenler,

Ne söylerler ne bir haber verirler!..

Üzerinde türlü otlar bitenler,

Ne söylerler ne bir haber verirler!..

 

Kiminin başında biter ağaçlar,

Kiminin başında sararır otlar,

Kimi mâsûm kimi güzel yiğitler

Ne söylerler ne bir haber verirler!..

 

Toprağa gark olmuş nâzik tenleri,

Söylemeden kalmış tatlı dilleri,

Gelin duâdan unutman bunları

Ne söylerler ne bir haber verirler!..

 

Kimisi dördünde, kimi beşinde,

Kimisinin tâcı yoktur başında,

Kimi altı, kimi yedi yaşında,

Ne söylerler ne bir haber verirler!..

 

Kimisi bezirgân, kimisi hoca,

Ecel şerbetini içmek de güç a!

Kimi ak sakallı, kimi pîr koca

Ne söylerler ne bir haber verirler!..

 

Yûnus der ki gör takdîrin işleri

Dökülmüştür kirpikleri kaşları

Başları ucunda hece taşları

Ne söylerler ne bir haber verirler!..

 

demiştir. O hâlde insan, aklını kullanabildiği andan itibaren her an ölüme hazırlanmalı ve onun kendisine ergeç geleceğinin farkında olmalıdır.”

Âmine, bir taraftan hocahanımı dinliyor, bir taraftan mezar taşlarını seyrediyordu.

(Devam Edecek)

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle