Kervan Göçtükten Sonra Uyanmak Fayda Vermez!

Mevlânâ Hazretleri şöyle bir kıssa nakleder:

“Gecenin ilerleyen vaktinde, içerisinde pek değerli eşyaların, nâdide altın, gümüş ve incilerin bulunduğu kervanı korumakla vazifeli bir bekçi, uykuya esir düştü. Uzaktan onu gözetleyen ve böyle bir gaflete düşmesini bekleyen hırsızlar ise, hiç vakit kaybetmeden gelip kervanı soydu.

Sabah olduğunda kervandakiler uykunun ağır rehâvetinden yavaş yavaş kurtularak uyanmaya başladı. İyice kendilerine geldiklerinde baktılar ki bütün mal, eşya, gümüş, develer; neleri varsa hepsi çalınmış, ortada hiçbir şey kalmamış.

Kervan halkı, büyük bir şaşkınlık ve kızgınlıkla yanına koştukları bekçiye;

«–Ey kervan bekçisi!» dediler. «O pek nâdide ve değerli eşyalarımıza ne oldu? Çabuk söyle, zira şu an, gördüklerimiz karşısında sabra hiç mecâlimiz kalmadı!»

Bekçi ise mahcup bir edâ ile şu cevâbı verdi:

«–Hiç beklenmedik bir zamanda, yüzleri örtülü hırsızlar geldi. Gözümün önünde ne var ne yoksa hepsini alıp hızla buradan uzaklaştılar.»

Aldıkları bu cevap karşısında daha da öfkelenen kervan halkı:

«–Be hey âciz, be hey zavallı kimse! Bahar rüzgârıyla savrulmaya hazır kum tepesine benzeyen zayıf adam! Peki, hırsızlar eşyayı toplarken sen ne yapıyordun?! Sen necisin?! Sen bekçi değil misin?!» dediler.

Bekçi dedi ki:

«–Ben bir kişi idim. Onlarsa silahlı, gösterişli, cesur ve sert yapılı insanlardı!»

Halk bu defa; «–Peki!» dediler. «–Senin hırsızlarla başa çıkacağına bir ümidin yoktu ise, ne diye feryat etmedin, niçin bizi uyandırmadın?» diye sorunca bekçi şunları söyledi:

«–Feryat edip sizleri îkâz etmek istedim, ama tam feryat edeceğim sırada bana bıçak çektiler, kılıç gösterdiler. “Eğer biraz olsun sesini çıkarırsan, acımadan seni öldürürüz.” dediler.

O zaman ben de korkumdan bağıramadım. Hattâ korkudan nefes bile alamadım. Ama isterseniz şimdi sesimin çıktığı kadar feryat edeyim, istediğiniz kadar bağırıp çağırayım.»”

Mevlânâ Hazretleri naklettiği bu hâdiseden sonra, idrâk ettirmek istediği hakîkati şu sözleriyle beyan buyurur:

“Şeytan, insanı günaha sürükledikten, azîz ömür nîmetini (günahlarla) mahvettikten sonra, «Eûzü» çekmenin de bir tadı tuzu yoktur, Fâtiha okumanın da...

Gerçi şimdi bağırıp çağırmak, tatsız tuzsuz bir şeydir, ama gaflet, gerçekten ondan daha tatsız ve tuzsuzdur. Yine de sen, tatsız tuzsuz da olsa ağla, feryâd et, sızlan, yan, yakıl; «Ey her şeyden üstün olan azîz Allâh’ım, düşkün, günahkâr kullarına bir bak!» diye yalvar. (Zira âyet-i kerîmede, kâfirlerden başkasının Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyeceği beyan buyrulmuştur.[1] Bu sebeple sen de;)

«Ey Allâh’ım!» de, «Sen’in her şeye gücün yeter. Sen’den hiçbir şey eksilmez, hiçbir şey kaybolmaz. Sen her şeye vâkıfsın. (Bizleri gaflette bırakma. Mağfiret yağmurunla bizleri öyle yıka ki, huzûruna tertemiz bir gönülle gelebilelim.)”

Her doğan insanın bir gün öldüğü, her yeninin bir gün eskidiği, her güzelin bir gün güzelliğini kaybettiği bu fânî dünyada, bâkî kalacak olan sadece Cenâb-ı Hak’tır. İnsan, nihâyeti yokluk olan bu imtihan dünyasında sadece bir yolcudur. Bir yolcunun da tedâriksiz olarak yola çıkması, akıl kârı değildir. Üstelik bu yolculuğun ne zaman, nerede ve ne şekilde biteceği meçhuldür.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: «İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir.» denir. Sûr’a üfürülür; işte bu, geleceği vaad edilen gündür.” (Kāf, 19-20)

Bu sebeple ölüme her an hazır olmanın lüzûmunu Sâdî-i Şîrâzî Hazretleri şöyle ifâde eder:

“Dün geçti, yarın daha ele geçmedi. Sen, hesabını şimdiki bir nefes üzerinden yap!”

Yani içinde bulunduğun ânı, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına nâil olacak bir keyfiyette değerlendir!

Zira Hak dostu âriflerin buyurduğu gibi:

“Yarın yaparım diyenler helâk olmuştur!”

Nitekim hiç kimse bir an sonrası için, kesin bir bilgiye sahip değildir.

Dünya yurdunda gafletten sakınmanın lüzûmunu ise yine Sâdî-i Şîrâzî Hazretleri bir misâl ile şöyle anlatır:

“Bir gece Feyd Çölü’nde uyku âdeta ayaklarımı bağlamış; yattığım yerden kalkmaya mecâlim kalmamıştı. Ben yatarken devecinin biri hiddetle üzerime gelerek başıma devemin yularıyla şiddetle vurdu ve şöyle dedi:

«Kalk! Ne yatıyorsun?! “Gidiyoruz!” diye seslendiler, duymadın mı? Yoksa burada kalıp ölmek mi istiyorsun? Beni de tatlı bir uyku tutmuştu ama, önümüzde geçilecek koca bir çöl var. Kalk! Tatlı uykunu bırakmazsan, korkarım ki tatlı canın elden gider!»

Ey yolcu! «Göç!» sesiyle uyanmazsan kervana nasıl yetişirsin? Deveci deve davulunu çaldı. Kafilenin öncüleri konak yerine vardı. Davul sesinden önce kalkıp hazırlığını tamamlayanlara ne mutlu!

Uyuyup kalanlar bir de bakarlar ki, kervanın yerinde yeller esiyor. Menzile selâmetle varanlar erken kalkıp yol alanlardır. Kervan gittikten sonra uyanmak fayda vermez.

Baharda arpa eken hasat mevsiminde buğday biçemez. Öyleyse ey uyuyan kimse, şimdi uyanman gerek! Ecel geldiğinde uyanmanın yararı olmaz.

Ne yazık! Bir ömür heder oldu. Şu birkaç gün de geçecektir. Bunun da hebâ olmaması için şimdiden çaresine bak. Harman sahibi olmayı ümid ediyorsan, işte şimdi tohum ekmenin tam zamanıdır. Kıyamet şehrine züğürt gitme. Oraya boş gidenin eline geçen, koca bir hasretten başka nedir ki?!

Oğlum! Ancak sermaye ile bir şey kazanabilirsin. Sermayesini yiyen ne kâr elde edebilir? Su henüz beline kadar ulaşırken kurtulmaya çalış. Ecel seli başından aşınca bir şey yapamazsın.

Şimdi gözün varken gözyaşını yağdır. Ağzında dilin varken kusurların için istiğfâr et. Çünkü her vakit bedende can bulunmaz ve dil de her zaman ağızda dönmez.”

Nitekim ahmak Firavun, son nefesini verene kadar, selâmet sahili olan îman bağına girmek istemedi. Neticesi ne oldu? Pişmanlık cehenneminde ebedî olarak yanmak… Bu sebeple son nefes gelmeden evvel gafletten uyanmak ve tevbe-istiğfâr ile kalbi arındırmak zarurîdir.

Zira Cenâb-ı Hakk’ın, mahşer günü insanlara:

“Kıyâmet günü için ne armağan getirdiniz?” diye soracağını bildiren Hazret-i Mevlânâ daha sonra şöyle buyurur:

“Bu fânî dünya pazarında, sermaye altındır. Öteki dünyanın sermayesi ise ilâhî aşktır. Ağlayan iki gözdür.

Elinde parası olmadan pazara gidenin ömrü boşuna geçer. Pazardan eli boş döner.”

Öyleyse gaflet içinde oyalanıp bu dünya pazarından âhiret yurduna eli boş dönmemek için, gönül heybesinin, ibadet, zikrullah, muhabbetullah, mârifetullah ile dolu olması zarurîdir. Çünkü îman hırsızı şeytanın kalpten uzaklaştırılması ve ilâhî sır ve hikmetlerden gönle bir penceresi açılması, ancak bu sâyede mümkün olabilir.

Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurmuştur.

“Dünya istekleri, nefsânî arzular, hamamların ısıtılması için odun ve tezek gibi şeylerin yakıldığı yer olan külhana benzer.

Ey Hak yolunda yürüyen kişi, sen şu külhanı bırak da, hamama git. Külhanı terk etmeyi, hamama girmenin ta kendisi bil. Hamama girip yıkananın temizliği, onun tertemiz ve güzel yüzünden belli olur. Külhandakiler de; yüzlerindeki ve elbiselerindeki dumandan, isten, kirden, tozdan, kurumdan apaçık anlaşılır.”

Yaşadığımız şu fânî günlerin, ebedî saâdet veya felâketin yegâne sermâyesi olduğu hadîs-i şerîflerde şöyle beyân edilmiştir:

“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz!..” (Münâvî, Feyzü’l-Kadir, V, 663)

“İnsanlar kıyâmet gününde, öldükleri hâl üzere diriltileceklerdir.” (Müslim, Cennet, 83)

Velhâsıl dünya hayatı, gafletle yaşamak için değil, Cenâb-ı Hak ile dostluk kurabilmek için ikram edilmiştir. Cenâb-ı Hak, kıyâmet günü bedenimize değil, içindeki rûhumuza kıymet verecektir. Kuşsuz bir kafesin ne kıymeti vardır? Veya solmuş güllerden kim bir demet yaparak sevdiğine hediye eder ki? Öyleyse her nefesi, diri bir gönülle yaşamaya gayret etmek lâzımdır.

Nitekim Mevlânâ Hazretleri, gafletin insanı düşüreceği fecî âkıbeti şöyle bildirmektedir:

“Dünyanın cevri, cefâsı, bütün ıztıraplar, eziyetler, Hakk’a uzak düşmekten ve gafletten daha kolaydır. Çünkü cefâlar, ıztıraplar, eziyetler, belâlar, musîbetler geçip gider de, Hak’tan uzaklık ve gaflet, geçmez gitmez. Dünyanın en mutlu kişisi, gönlü uyanık olan kişidir. Hak’tan uzak düşen ve gaflet içinde bulunan insan, dünyanın en bahtsız insanıdır.”

Bu kötü hâlden, yani gafletten muhâfaza buyurması için bizler de Cenâb-ı Hakk’a, Sevgili Rasûl’ünün lisânıyla ilticâ ediyoruz:

“Allâh’ım! Bütün işlerimin başı olan dînim hususunda hatâya düşmekten beni koru! Yaşadığım şu dünyadaki işlerimin yolunda gitmesini lûtfeyle! Dönüp varacağım âhiretimi kazanmama yardım et! Hayatım boyunca daha çok hayır yapmama imkân ver! Her türlü kötülükten kurtulmamı sağlayacak bir ölüm nasîb et!” (Müslim, Zikir, 71)

Âmîn!..

 

SPOT:

  1. Her doğan insanın bir gün öldüğü, her yeninin bir gün eskidiği, her güzelin bir gün güzelliğini kaybettiği bu fânî dünyada, bâkî kalacak olan sadece Cenâb-ı Hak’tır.
  2. “Bu fânî dünya pazarında, sermaye altındır. Öteki dünyanın sermayesi ise aşktır. Ağlayan iki gözdür.

Elinde parası olmadan pazara gidenin ömrü boşuna geçer. Pazardan eli boş döner.” (Hazret-i Mevlânâ)

 

 

[1] Bkz. Yûsuf, 87.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

Osman Nûri Topbaş

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle