Kambur Ekmekçi

“Siz ancak zayıflarınızın duâ ve ihlâsı sâyesinde nusrete (zafere) nâil oluyorsunuz.” (Hadîs-i şerif)

Geçmiş yıllardan birinde Kayseri halkı neye uğradığını şaşırmıştı. Çünkü Kayseri kuruldu kurulalı böyle yanıp kavrulmamış, bir damla suya böyle hasret kalmamıştı.

Kayserili soluk alamayacak kadar bunalıyordu ve Kayseri, yaşanılmaz bir hamam sıcaklığında nemliyken kupkuru kavruluyordu. Toprak, kocaman yarıklarla ayrılmıştı. Ekin bitmiyordu.

Kayseri’nin bütün meşhur âlimleri, hacıları hocaları bir araya gelip konuştular, birbirlerine danıştılar. Sokak sokak, ev ev Kayseri’yi dolaştılar. Yağmurun kesilmesinin suçlusunu arıyorlardı. En küçük kötülükleri en büyük cezayla cezalandırdılar. Artık, Kayseri’de suç ve günah diye bir şeyin kalmadığına iyice inanınca, oturup sabîler hürmetine bu uğursuzluğun, bu korkunç cezanın bitmesini beklediler.

Kuraklık biteceğine arttı. 

Fakat bu günahkâr kimdi? Kim olabilirdi?

Meşhur âlimlerin ilmi, derin hocaların olanca derinliği ve hacıların geniş sabrı, taş gibi bir çaresizliğin karşısında dağılıyordu.

* * *

Hasan Baba, bu sırada geldi Kayseri’ye.

Bütün umut kapılarının kapandığı, Allâh’a açılan ellerin titremekten gücünü yitirdiği ve yüzlerin sararıp yüz olmaktan çoktan çıktığı bir sırada… 

Toprak, en umulmayan bir yerinden yarılmış da bir dupduru su bütün serinliğiyle fışkırmış gibi, uzun beyaz sakallı bir derviş, Kayseri sokaklarında görünmüş; gözleri ve yüzü yerde, adım adım Kayseri’yi dolaşmıştı. 

Çevresinde yavaş yavaş artan kalabalığın farkında değilmiş gibi şehrin dışına çıkmış, halkın o güne kadar Bozdağ dediği dağa doğru yönelmişti.

Nihâyet sessiz derviş Bozdağ’ın eteklerine gelmişti.

O âna kadar hep öne eğik olan gözlerini ve başını kaldırmıştı; Bozdağ’a bakmıştı. Dudakları belli belirsiz kımıldamıştı.

Kalabalık, bu kımıldayan dudakların arasından pamuk yumuşaklığında bir sesin çıktığını duydu: 

“–Destur ya velî!..”

Ve aynı kalabalık, hem bu pamuk sesle birlikte dağın kımıl kımıl kımıldadığını; derin, fakat güvendirici ve inandırıcı bir sesin dağın yan belinden aşağı geldiğini gördüler ve duydular: 

“–Destur seninle biledir, ya Hasan!”

Donup kaldılar.  Bu ne biçim işti böyle?

Nerden geldiği bile bilinmeyen bu garip dervişi, yıllar yılı Kayseri’yi gölgeleyen Bozdağ nereden tanıyordu? Dağ nasıl konuşuyordu, nasıl kımıldıyordu?

Kalabalık, o taş donukluğu içinde şöyle bir dalgalandı. Bir yel esmişti de, boy vermiş başakları dalgalandırmıştı sanki. Ve kalabalık, bu dalgalanışın ardından, tırpan yemiş ekin misali, Hasan Baba’nın ayaklarına serilivermişti.

O zaman, Hasan Baba, kalabalığa yeni görüyormuş gibi bakmış ve onlara selâm vermişti. Bunun üzerinedir ki, kalabalığın arasında bulunan âlimlerin en yaşlısı ayağa kalktı. Gözle görülür bir saygı içinde dervişe yaklaşıp ellerine sarıldı. Sesi kurumuş toprakların çatlak umutsuzluğunda titriyordu: 

“–Yâ Şeyh!..” dedi; “Yâ derviş, yâ velî!..» diye tekrarladı. «Duyduk işte; Bozdağ’dan duyduk ki, adın Hasan senin. Bundan böyle Bozdağ senin adınla anılsın, Hasandağı diyelim biz de… Hasandağı nasıl Kayseri’ye baş vermiş, ser çekmişse, gel sen de bizim imamımız ol!..”

Hasan Baba’nın gözleri de şimdi sesi gibi pamuk yumuşaklığındaydı. 

“–Sizin imamınız var.” dedi; “Olmasaydı bile ben size imam, siz bana cemaat olamazdınız.”

Yaşlı Âlim: 

“–Evet, var.” dedi. “Bizim imâmımız da, bizim âlimlerimiz de var. Bu âlimlerin biri de benim işte; karşındayım. Ne imamımızın imamlığı ve ne de bizim ilmimiz, şu gördüğün uğursuzluktan bizi kurtaramıyor. Bütün âlimlerimiz sustu. Görüyorsun. Senin için bir büyük câmi de yaptırırız istersen...”

Hasan Baba’nın yumuşak sesi, bir ricâyı reddetmek korkusuyla endişeliydi. 

“–Ben size imamlık yapamam, siz bana cemaat olamazsınız.” dedi yeniden.

 Kalabalık birden haykırdı: 

“–Oluruz!.. Ne buyurursan yaparız, kurtar bizi, kurtar bizi, kurtar bizi!..”

Âlim: 

“–Sana bir cami yaparız, eğer istersen…” diye devam etti: “Binleri barındıran bir büyük cami yaptırırız...”

Hasan Baba gülümsedi: 

“–Deneyelim” dedi, yavaşça.

Binler, bir ağızdan cevap verdi: 

“–Hazırız!... Biz hazırız!”

Hasan Baba’nın önünde ve Bozdağ’ın eteklerinde, binler, binlerden de fazla binler abdest almağa başladı; ikindi ezanı okunurken imâmete geçen Hasan Baba’nın arkasında yüzlerce saf el bağlayıp dîvan durmuştu.

Ama Hasan Baba sessiz okumaya devam ediyor, şimdi rükûa varacak sanılırken saatler geçiyordu.

* * *

İkindi, akşama yaklaşıyordu.

Gökyüzündeki taş mavilik, akşam esmerliğinde erimeye başladı.

Fakat Hasan Baba hâlâ rükûa varmıyordu. Sanki yeryüzünde değildi; sanki arkasında el bağlayıp dîvana durmuş yüzlerce saf yoktu... Sanki Hasan Baba yoktu, imâmet mevkiinde bir siyah cübbe ve bir beyaz sarık vardı. Hasan Baba, bu siyah cübbe ile o beyaz sarığın içinde değil gibiydi.

* * *

Bu minvâl üzere saatler geçti. Uzun uzun süren kıyamlarla akşam namazı da îfâ edilmiş, yatsı namazına durulmuştu. Ayaktayken yine saatler geçmiş, gece yarısı olmuştu. Cemaat, bir türlü namazı bozamıyordu.

Bu, böylece, ertesi gün sabah namazı vaktine kadar sürdü. Günün ağarmasına az kala, Hasan Baba iki yanına selâm verip doğruldu. Gözleri, bir gün öncekinden daha diriydi; yüzü daha gençti.

Yorgun, bitkin, uykusuz ve düşünceleri bile durmuş olan cemaat, yerinden kalkamıyordu. Bu yorgunluk sebebiyle gökyüzünün düne göre biraz daha yumuşadığını, sıcağın daha azaldığını, belli belirsiz bir yelin esmekte olduğunu fark edemiyorlardı.

Hasan Baba dipdiri yüzünü cemaate döndürdü. Sanki onları yeni görüyordu. Âlim, olanları bir çırpıda anlamıştı; binbir güçlükle yerinden doğrulup Hasan Baba’nın eline vardı: 

“–Biz bu yaşa geldik böylesi namaz görmedik. Gel gelelim sen namazda bizi unutuverdin. Arkanda bir cemaat var mıdır, yok mudur aklına bile gelmedi, yalnız bizi olsa iyi, dünyayı bile unuttun... Bu nasıl iştir?..”

Hasan Baba: 

“–Yaaa!” dedi. Sakalını sıvazlıyordu. “Öyle mi oldu? Ne yapaydım ki?”

“–Bizi de hatırlamalıydın.” dedi, Âlim.

Hasan Baba beklemedik bir cevap verdi: 

“–Siz, namaz kılarken böyle her şeyi ve herkesi hatırlar mısınız?”

Âlim de beklemiyordu bu cevabı. Karşılık veremedi; terledi. Arkadaşlarına döndü. Onlar başlarını çoktan önlerine eğmişlerdi.

Hasan Baba lâfı değiştirdi. Daha yumuşak bir sesle: 

“–Siz, sizi hatırlayanı hatırlamıyorsunuz ki… Kardeşinizi, hemşehrilerinizi bile hatırlamaz olmuşsunuz... Ya ben sizi nasıl hatırlayayım?»

Cemaat, hep birden, güçsüz ve cılız: 

“–Hayır!..” dedi; Âlim, “Biz hemşehrilerimizi hiçbir zaman unutmadık ki...” diye cemaatin sözünü tamamladı.

O zaman Hasan Baba, onlara kambur ekmekçiyi sordu: 

“–Şehrinizde bir kambur yaşardı.” dedi. “Uzun kış gecelerinde ev ev dolaşır, fakir fukaranın ekmeğini bulurdu. Akşama kadar dilenir, sabahlara kadar dağıtırdı... Çocuklarınız alay ederdi, akıllılarınız(!) hor görürdü; delikanlılarınız eğlenirdi... Şimdi onu aranızda göremiyorum. Nerde ki?”

Âlim: 

“–Kovduk onu şehrimizden... Şunun bunun sırtından geçinenleri sevmezdik de ondan kovduk.” diyecekti, diyemedi... Yutkunup kaldı.

Hasan Baba: 

“–O sizin hâlinizden utanmazdı da, siz ondan utanırdınız.” dedi. “Kovdunuz ve unuttunuz. Fakat o sizi unutmadı. Bu uğursuzluk, şehrinize niçin geldi; hiç düşünmediniz mi?”

Kurtuluş çâresinin kimde olduğunu anlamışlardı. 

“–Nerde o Kambur Ekmekçi? Gidip yalvaralım, biz ettik sen etme diyelim, nerde? Gidip yalvarsak gelir m’ola?”

Hasan Baba: 

“–Gelir.” dedi; “Onlarda gönül koyma yoktur, kibir bilmezler. Sizin imamınız olacak kişi odur... Giderseniz gelir o.”

Hasan Baba gökyüzüne kaldırdı başını; yeni belirmiş küçük bir yağmur bulutunu gösterdi, Bozdağı’nın yan belinin üstündeydi. 

“–Şu bulutun altında.” dedi. “Dağın yan belinde. Geldiğimde selâm verip konuştuğum o idi!”

Cemaat buluta bakıyordu. Bulut, âdetâ gökyüzüne çakılıp kalmıştı.

* * *

Âlim teşekkür etmek üzere, gözlerini Hasan Baba’ya çevirdi. Hasan Baba, yerinde yoktu. Geldiği gibi, yine sessizce -belki geldiği yere- gitmişti.

Bir çırpıda, yeni adı Hasandağı olan Bozdağ’ın yan beline çıktı cemaat. Kambur Ekmekçi oradaydı. Orada, o küçük yağmur bulutunun altındaki serinlikte, geyikten baykuşa kadar ne varsa başına topladığı hayvanların kimine su veriyor, kiminin karnını doyuruyordu.

Gelen Kayserilileri de aynı sükûnet ve rahatlık içinde karşıladı. 

“-Biliyorum.” dedi; “Bizim Hasan gönderdi, sizi bana. Sizinle geleceğim... İmâmınız da olacağım; ama bir şartla...”

“–Bütün şartların kabul!..” diye bağırdı, başta âlim olmak üzere bütün kalabalık. 

“–Her şartın kabul... Bizimle gel... İmamımız ol.”

Güldü Kambur Ekmekçi. Dosttu; kardeşti; içtendi. 

“–Darılmaca yok!” dedi.

“–Darılmaca yok!..” dediler.

* * *

O akşam, Kayseri’nin en büyük camiinde akşam namazına hazırlandılar. Cami, cemaati almamıştı; cemaat sokaklara taşmıştı, onlarca müezzin, bir ağızdan, ezan okuyordu.

Namazdan önce cemaat: 

“–Hasan Baba gibi sen de bizi unutma!” dediler. “Unutma bizi; hatırla!..”

“–Olur!” dedi Kambur Ekmekçi; “Hep sizi hatırladım zaten; yine hatırlayacağım, namazı ziyan etmek bahasına bile olsa.” Gülüyordu. Gülüşü dosttu, kardeşti, içtendi.

Ezan, Kayseri’nin üstündeki bütün uğursuzluğu eritir gibi okunup bitti.

Kambur Ekmekçi: 

“–Allâhu ekber.” dedi. 

Müezzinler bir ağızdan: 

“–Allâhu ekber…” dediler. Cemaat de «Allâhu ekber » dedi. 

Olanlar bundan sonra oldu işte.

Cemaat, Kambur Ekmekçi’ye:

“-Bizi hatırla!..” demişti. Kambur Ekmekçi de cemaati bir bir hatırlamaya başladı. Bismillah demeden daha: 

“–Ey Âlim!” dedi yüksek sesle... “Sen namaz kılarken yazacağın kitapları ve o kitaplardan kazanacağın paraları, insanlar katında yükselen itibarını düşünüyorsun; kambur geldi, iş düzelir artık, diyorsun. Ve sen ey oduncu kardeş, keseceğin odunların yaş olmasını, çekide ağır çekmesini niçin namaz kılarken düşünüyorsun? Namazın sonunda ne düşüneceksin peki? Ya sen falanca bey?.. Gönlünde komşunun kızına kuracağın tuzakların kiri varken Tanrı’nın huzuruna nasıl geldin?»

Kambur Ekmekçi arada bir duruyor: 

“–Bizi hatırla dediniz hatırlıyorum işte, darılmaca yok, iyi dinleyin; filânca bey, sen de dinle...» diyerek, cemaatin içinden geçen bütün kötülükleri bir bir sayıyordu.

* * *

İlkin, şaşırmıştı millet, sonra utanmıştı... Derken toparlandılar. Adı geçen, cemaat önünde iç yüzü sergilenen kişi, namazı bırakıp kaçıyordu. Bir ara saflar iyice bozuldu; seyreldi. Bir ara câmide birkaç kişi kaldı... Nihayet Kambur Ekmekçiden başka kimse kalmadı câmide.

Bomboş câmide, Kambur Ekmekçi, tek başına akşam namazını kıldı.

Namazdan sonra el açtı, Allâh’a duâya başladı. 

Derler ki, bu duâ sabaha kadar sürdü. Gün, ilk ışıklarını yağmur bulutlarının arasından Kayseri üstüne saldığında Kambur Ekmekçinin de duâsı bitmişti. 

“–Şimdi gönder, artık Rabbim.” dedi; “Sal dilediğin kadar yağmurunu. Şu şehri bir güzel yıka. Şehirlinin içi göründü; yağdır yağmurunu alsın götürsün kirleri, alsın götürsün... Benim bir kırgınlığım kalmadı gayri onlara...”

 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle