Peygamber Ahlakı

İnsanca yaşamanın yegâne şartı din ve ahlâktır. Îmân, hidâyet ve kulluğu yaşayabilmek için Cenâb-ı Hak tarafından beşeriyete takdim edilen zirve, misilsiz yüksek ahlâk numûnesi peygamberlerin îmândan sonra en mühim vazîfeleri mü’minleri nefsânî vasıflardan kurtarıp ahlâk-ı hamîdeye yükseltmeleridir.

En son dîn olan İslâm’ın sunduğu ahlâkî zirve ve bütün insanlığa nümûne şahsiyet Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’dir. Cenâb-ı Hak buyurur:

“(Ey Rasûlüm!) Şüphesiz sen yüce bir ahlâk sâhibisin!..” (el-Kalem, 4)

Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in kalbî hayatı ve mükemmel ahlâkından nasiplenmek, iki cihan seâdetinin yegâne teminatıdır. Bu vasfa nâil olabilmek de, ancak ona duyulan muhabbet ve onun rûhâniyetine bürünebilmek nisbetindedir.

Cihan, ilâhî muhabbetin tezâhürüdür. Bu tezâhürün öz cevherini de Muhammedî nûr teşkil eder. Dünyâ ve âhiret seâdeti, ona olan muhabbet sermâyesi ile kazanılabilir. Târih şâhiddir ki, ona olan muhabbet cevheri ile ziynetlendiğimiz zamanlar cihanın en üstün ve fazîletli milleti olduk.

Erişilmez incelikler, bediî güzellikler ve dibi görünmez derinlikler istidâdı içinde yaratılan biz insanlar, insânî kıymetimizi, ancak Allâh -celle celâlühû-’ya kul olabildiğimiz ve onun habîbinin davranış ve zirve ahlâkından hisse alabildiğimiz nisbetle muhâfaza edebiliriz.

Hazret-i Mevlânâ, asr-ı saâdette insanlığı ve vicdanı kaybolmuş, duyguları dumura uğramış, kaba-saba bir insanın, Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in ince, zarif hâlleri ve hidâyet üslûbu ile nasıl îmân ettiğini, kendi öz hikâye üslûbu ile şöyle anlatır:

Birtakım müşrikler akşam vakti mescide gelip Peygamber Efendimiz -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e misafir oldular. Dediler ki: 

“–Ey bütün dünyadaki insanları manen misafir eden yüce insan! Biz buraya sana misafir olarak geldik. Yiyeceğimiz, içeceğimiz yok. Sonra biz çok uzaklardan geldik. Burada tanıyanlarımız da yok. Haydi keremini, ihsânını göster, nûrlar saç, yani faziletinden, kereminden ihsân et. Biz garipleri sevindir, gönüllerimize neşe nûrları saç.”

Peygamber Efendimiz sahabelerine: 

“–Ey dostlar!” diye buyurdu. “Bunları pay edin, evlerinize götürün, ikramlarda bulunun, çünkü siz, benimle bir huyda ve cömertliktesiniz. Benim ahlâkımla dolusunuz.”

Ashâbdan her biri bir misafir seçti, götürdü. Aralarında eşi, benzeri olmayan, iri yarı, kaba-saba biri vardı. Onun pek iri bir bedeni vardı. Bu fil gibi cüsseli adamı kimse alıp evine götürmeye cesâret edemedi. Kâsedeki şerbet tortusu gibi mescitte yalnız kalakaldı. Kimsenin götürmediği o iri adamı Hazret-i Mustafa -sallâllâhü aleyhi ve sellem- aldı, hâne-i seâdetine götürdü. Peygamber Efendimiz -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in sürüde yedi baş süt verir keçisi vardı.

Keçiler yemek vakti sağılmak için evde idi. Kıtlık babası gibi olan o iri misafir, sofrada ekmeği de, yemeği de, o yedi keçinin sütünü de tamamıyla yedi ve içti. Bütün ev halkı bu duygusuz nâdân insana öfkelendi. Çünkü bütün ev halkının gıdası insafsızın midesine inmişti.

O obur adam karnını davul gibi şişirdi, sekiz-on adamın yiyeceğini yalnız başına yedi. Yatma zamanı gelince bir odaya girdi. Hizmet eden kızcağız, hodgâm yaratılışlı insana kızgınlığından kapıyı üstüne kilitledi. Dışardan kapının zincirini taktı. Çünkü ona pek kızmış, onun bu vurdumduymazlığına pek içerlemişti.

Misafirin gece yarısı dışarı çıkması lâzım geldi. Sabaha kadar karnı ağrıdı. Yatağından fırlayıp kalktı. Kapıya doğru koştu. Elini kapıya götürünce, onun kapalı ve zincirli olduğunu anladı. Kapıyı açmak için o obur hileci, çeşit çeşit hileler yaptı, uğraştı, durdu. Fakat kapıyı açamadı. Sıkıştıkça sıkıştı. Oda kendine dar gelmeye başladı. Şaşırdı kaldı. Ne dermanı vardı, ne rahatı. Çare olmak, sıkıntısını unutmak üzere uyumak için kıvrıldı, uyudu. Rüyasında kendini bir virânede, yıkık bir yerde gördü. 

Hatırında yıkık bir ev vardı. Rüyada da kendine orası göründü. Kendisini, tenha bir yıkık yerde görünce, oracıkta abdestini bozuverdi. Uyanıp da yattığı yeri pislik içinde görünce, utancından deli gibi oldu.

“–Bu gece bir geçse de, kapının açılmasını duysam.” diye beklemeye başladı. Bu bekleyiş böyle pislik içinde görünmemek için, kapı açılınca ok yaydan fırlar gibi kaçmak içindi.

Sabahleyin Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- geldi. Oda kapısını açtı. O yolunu kaybetmiş adama yol verdi. Ancak Mustafa -sallâllâhü aleyhi ve sellem- kapıyı açarken o rezil olmuş kişi görüp de utanmasın diye kendisini gizlemişti.

Misafir kaçtı gitti. Fakat hâne halkından biri, pislik bulaşmış yatağı aldı, Peygamberimizin huzûruna getirdi. Sanki “Bak!” diyordu, “Misafirin ma’rifetini gör.” âlemlere rahmet olan Peygamber Efendimiz, gülümsedi:

“–Bana o su kabını getir, hepsini kendi elimle yıkayayım.” diye buyurdu.

Orada bulunanların hepsi de yerlerinden fırladılar ve utançlarından dediler ki: 

“–Canımız sana kurban olsun. Sen bırak da pisliği biz yıkayalım. Bu iş el işidir. Gönül işi değildir. Biz sana hizmet etmek için yaşıyoruz. Hizmeti sen yaparsan biz neyiz? Yâni biz ne işe yararız?”

Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyurdu ki: 

“–Bana olan sevginizi biliyorum. Fakat bunu şimdi benim yıkamamda bir hikmet var.”

Ev halkı, Peygamberin bu sözünü duyunca, bu işin derûnundaki sır meydana çıksın diye beklemeye başladılar. Peygamberimiz o pisliği yıkamakta, Allâh’ın emrine candan uymada idi. Çünkü mübareğin gönlü: “Bunları sen yıka.” diyordu. Bu işte kat kat hikmetler vardı.

O îmânsız misafirin küçük bir putu, bir muskası vardı. Boynuna takıyordu. Onun kaybolduğunu anlayınca kararı kalmadı. Kendi kendine dedi ki: 

“–Bu değerli ilâhımı haberim olmaksızın, yattığım odada bırakmış olmalıyım.”

Yaptığı kötü işten utanıyordu ama, boynuna astığı muska puta olan bağlantısı, utancını giderdi. Putunu aramak için koştu geldi. Hazret-i Mustafa’nın odasında putunu gördü. Gördü ama kendisinin pislediği yatağı, Allâh’ın kudret eli ve rahmeti olan Hazret-i Mustafa -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in bizzat yıkadığını gördü.

Putu kalbinde kırdı, onu muhabbetini gönlünden kazıdı. Kendine geldi; ulvî cezbeye tutuldu. Yenini yakasını yırttı. İki elini yüzüne, başına vuruyor, kafasını kapı ve duvara çarpıyordu. Başına vuruyor: “Ey akılsız baş!” diyordu. Göğsüne vuruyor: “Ey nûrsuz göğüs!” diye bağırıyordu. Kendi kendine: “Vicdan mahrûmu zavallı!” diyerek secdeye kapanıyor: 

“–Ey yeryüzünün şânı, şerefi olan yüce insan! Senin keremine karşı gösterdiğim gafletten utanıyorum.” diyordu. 

Muzdarip bir gönülle yeryüzüne sesleniyordu:

“–Ey hikmetlerle dolu yeryüzü! Sen Allâh’ın emrine uyuyor, ona boyun eğiyor, onun aşkı ile dönüp duruyorsun; ben ise senin üstündeki nîmetlerle perverde olan âciz bir kimse olduğum hâlde nefsime mağlûbum. Azıyorum. Sen Allâh’a karşı hor, hakîr oluyor, ondan titreyip zikrediyorsun. Ben ise, onun emirlerine karşı geliyorum. Yazık bana!..”

Her an yüzünü göğe kaldırıyor, Hazret-i Peygamber’e: 

“–Ey cihânın kıblesi, sana bakacak yüzüm yok!” diye feryad ediyordu.

Onun cezbe hâli, titremesi, çırpınması hadden aşınca, Hazret-i Mustafa -sallâllâhü aleyhi ve sellem- o küfürden kaçmak isteyen zavallıyı can sarayına aldı, huzura kavuşturdu. Onun vîrâne olmuş gönlünü ihyâ etti. Ona ince, derin ve esrarlı sözler söyledi. 

Böylece, daha evvel putunun zebûnu olan gâfil kişi, yabancı iken bu ahlâk ve bu hassas gönül karşısında yakın bir dost oluverdi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in, o mânâ padişahının lutuflarından, engin tevâzû sahibi oluşundan şaşırdı kaldı. 

Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- ona: 

“–Bu tarafa gel.” diye buyurdu. 

Adam ağır bir uykudan uyanır gibi, uyandı, o tarafa geldi. Dedi ki:

“–Ey Allâh’ın birliğinin şâhidi, bana kelime-i şehadet öğret.. Allâh’ın birliğine îmân ve senin peygamberliğini tasdîk edip seâdet kervanına katılayım. Ben artık bu kaba varlıktan, bu duygusuz vicdan ve fil bedenimden usandım, artık imanın sonsuz sahrasına varayım.”

Mustafa -sallâllâhü aleyhi ve sellem- o adama imanı tâlim etti. 

O mübarek şehadet kelimesini, yâni “Lailahe illallâh Muhammedün Resülullah” demesi, bağlanmış düğümleri çözdü. Hazret-i Mustafa -sallâllâhü aleyhi ve sellem-: 

“–Bu gece de, hem hânemizin, hem gönlümüzün misafiri ol.” diye buyurdu.

Müslüman olan o bahtiyar adam dedi ki: 

“–Vallâhi nerede olursam olayım, nereye gidersem gideyim, ebede kadar senin misafirinim. Ben ölü idim, beni diriltin. Artık ben senin azadlı kölenim. Senin kapıcınım. Zaten dünya da, âhiret de senin şefaat sofranın misafirleridir.”

O gece bedevî, Peygamberin misafiri oldu. Bir tek keçiden sağılan sütün ancak pek azını içti. Şükretti. Sofradan çekildi.

Peygamber Efendimiz: 

“–Süt iç, ye.” diye üstüne düştü ise de o yeni mü’min dedi ki: 

“–Vallâhi ben gerçekten de doydum. Bunu ne ağız yapmak, ne utanmak sıkılmak, yahut gösteriş yapmak için söylemiyorum. Artık senin feyzinle dolu bir lokma, yüzlerce lokmaya bedel oldu; ben dün geceki oburluğumdan daha fazla doydum…”

Bütün ev halkı: 

“–Bu gövdeli kandil, bir damla zeytinyağı ile nasıl oldu da doldu?” diye şaştı kaldı. Aralarında fısıldaştılar:

“–Bir ebâbil kuşunun gıdası, böyle bir filin karnını nasıl doyurdu? Hayret; fil vücutlu adam, sivrisinek kadar yiyor!” 

Hâsılı kâfirlik hırsı, kâfirlik zilletinden kurtulunca bu ejderha mide, bir karınca gıdası ile doydu, gitti.

Mevlânâ Hazretleri’nin ince bir üslûpla anlattığı bu hâdise, birçok hikmeti muhtevîdir. Öncelikle hak yolunda rehber olan, yol gösterici kimselere derin bir düstur vermektedir. Bu düsturu bizzat kendi nefsinde uygulayarak sergileyen Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, hiç kimsenin kabul etmediği îmânsız obur misâfiri evine götürmüş, ona izzet ikrâmda bulunmuştur. Üstelik kendi paylarını da ona takdim ederek… Daha sonra o şahsın mecbur kalıp yaptığı çirkin davranışı yine Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- bizzat gidermiş ve o kâfiri hayran bırakacak yüce bir ahlâk sergilemiştir. Hizmetçilerin bile yapmakta zorlanacağı bir temizliği berrak sular misâli gerçekleştirmiştir… Bu esnâda kimseyi ayıplamamış, büyük bir olgunlukla âbide bir mü’min gönlü sergilemiştir. Netice hodgâm, doymaz bir bedenin ve karanlık bir gönlün hidâyet nûrlarıyla dolmasına vesile olduğu gibi o bahtiyar gönlün ayrıca ahlâk-ı peygamberî ile de dolarak eski huy ve hatâsını da düzeltmesine âmil olmuştur.

İşte peygamber ahlâkı!..

Bu ahlâk ki, kâfiri mü’min eylemiş, obur bir şahsı kanaat deryâsı hâline getirmiştir.

Bu ahlâk ki, nice azgın rûhları birer itâatkâr eylemiş, gözü kanlı acımasız yürekleri birer merhamet okyanusuna döndürmüştür.

Bu ahlâk, yarı vahşî bir toplumu, beşeriyetin en zirve cemiyeti yapmıştır.

Bu ahlâk, gönülleri bir dergâh hâline getirmiş; muzdaribin barınağı, sığınağı ve kucağı eylemiştir.

Bu ahlâk, kendini bütün menfîliklerden mes’ul gören insanlar yetiştirmiştir.

Bu ahlâk, insan inşâ eden, hâliyle ve kâliyle hidâyet rehberi olup cemiyetleri insan israfından kurtaran nice kâmil ve has kulların zuhûruna âmil olmuştur.

Bu ahlâk, kötülüğü iyilik ve ihsân ile güzelleştirmeyi öğretmiştir. Çünkü insanlar ihsâna mağluptur. İhsân edildiği kadar düşmanlık azalır. Ortada olan da dost olur. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Sen o kötülüğü en güzel olan hasletle defet!..” (el-Mü’minûn, 96)

Bu ahlâk, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’i iki cihânın sultanı eylemiştir.

Hâsılı bu ahlâk, Allâh’ı hoşnud eyleyen en yüce bir ahlâk olmuştur. Öyle ki: «Sen hiç şüphesiz yüce bir ahlâk sâhibisin…» (el-Kalem, 4) âyetiyle senâ edilmiştir.

Ne mutlu bu yüce ahlâk-ı hamîdeden nasîb alabilen bahtiyarlara… 

Allâh’ım! Bizlerin ahlâkını Rasûlünün yüce ahlâkıyla güzelleştir. Onun sonsuz güzellikler dolu davranışlarını, sünnet-i seniyyesini yaşamayı bütün ehl-i îmâna müyesser kıl!

Âmîn!..

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

Osman Nûri Topbaş

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle