Sanat Harikası İnsanın Var Oluşu -27- Bebeğin Hayat Bağı: Göbek Kordonu

Ana rahmindeki bebek, hâmileliğin ikinci ayından itibaren gelişmekte olan kordon yapısıyla eşe merkezî kısmından bağlanır. 1,5 cm eninde, 50-75 cm boyunda olan, içinden 2 atar damar, bir toplar damarın geçtiği göbek kordonu, bebeğin hayat bağıdır. Anneden gelen oksijen ve gıda maddelerini bebeğe taşırken, bebekte oluşan atık maddeleri ve karbondioksiti eşe taşır. Eşin etrafını sararak, devamlı taze oksijen ve gıda akışını temin eder.

Rahimde özel bir sıvının içinde gelişmesini sürdüren bebeğin akciğerleri sönük durumdadır ve gaz alışverişinden sorumlu değildir. Ancak doğumla beraber bebeğin ağlamasıyla, akciğerlere hava girer ve daha önce göbek kordonuna giden kan akışı, bir anda akciğerlere yönelir. Böylece bebek, annenin fizyolojik bir parçası olmaktan çıkar. Bağımsız bir canlı olarak nefes almaya başlar. Artık göbek kordonunun vazifesi bitmiştir ve atılma zamanı gelmiştir. Göbeğin yaklaşık 2,5 cm üstünden kesilip mandallanır. Bu esnada bebek ağrı duymaz. Çünkü bu bölgede sinir yoktur.

Anne rahminde bebek, ilk aylarda daha çok küçüktür ve amniyon sıvısı içinde serbestçe hareket etmektedir. Bu hareketler, onun kas-iskelet sisteminin sağlıklı gelişmesini temin eder. Bu esnada kordon; bebeğin koluna, bacağına, boynuna dolanıp açılabilir, çünkü hareket alanı geniştir. Ancak ilerleyen aylarda bebek, rahim içindeki alanı dolduracak kadar büyür ve hareket alanı daralır. Bu sebeple kordon dolanması görülebilir. Anne rahminde bu duruma müdahale edilemediğinden bebek bu şekilde dünyaya gelebilir.

Normal zamanında olan doğumların yaklaşık % 25’inde kordon, boyna bir kez dolanmış vaziyettedir; ancak bu, anne rahminde bebeğin oksijen alışverişini bozmaz. Çünkü bebek, oksijeni ağız-burun yoluyla değil, kan yoluyla anneden alır. Kordon uzunluğu arttıkça dolanma riski de artar.

Bu kadar sık görülebilen bu durumun neticeleriyle alâkalı olarak yapılan çalışmalar, bunun sanıldığı kadar tehlikeli olmadığını göstermiştir. Kordonun özel yaratılışı, dolanma olsa bile sıkışmaya meydan vermeyecek şekildedir. Göbek kordonundan geçen üç önemli damarın etrafını jel kıvamında bir madde sarmaktadır. Bu jel, yastık vazifesi görerek göbek kordonunun kıvrılmasını önler. Bu özel yapı sayesinde, göbek kordonunda tam bir düğüm oluşsa bile kordon tam mânâsıyla sıkışmaz ve bebeğin beslenmesi bozulmaz. Yani dolanmaların olduğu durumlarda dahî bebeğe kan akışı devam eder ve hayatî bir tehlike oluşmaz.

Bebek, hâmilelik boyunca üç kat zarın içinde korunmaya alınmıştır. Bebeği, göbek kordonunu, eşi ve bütün rahmin içini kaplayan iki tabaka, tek kat gibi görünür ve birbirinden zor ayrılır. Doğumla beraber bu zarların vazifesi de sona erer ve vücut dışına atılırlar. Zarı oluşturan hücreler tarafından salgılanan özel bir sıvı (amniyon sıvısı) bebeği çevreler ve hâmileliğin sonuna doğru bir litreye ulaşır. Bu dinamik bir sıvı olup saatte 300-600 mililitresi değişir. Bebeğin baskı ve basınç altında kalmadan rahmin içinde büyümesini sağlarken; büyüyen bebeğin de rahme baskı yapmasını önler. Yerçekiminin tesiriyle bebeğin asimetrik büyümesini engeller. Düşme ve çarpma durumlarında darbelere karşı yumuşak yastık vazifesi görür. Bebeğin sabit sıcaklıktaki bir ortamda yaşamasını sağlar. Annenin ateşi çıksa bile bu sıvının sıcaklığı değişmez. Sistemin içinde bir termo-regülasyon vardır.

Sıvı; içindeki bebeğe hareket imkânı verir ve kas-iskelet sisteminin gelişmesini sağlar. Bebek, içinde yüzdüğü bu sıvıyı yutar, ama boğulmaz: Tat alma duyusu, yutma fonksiyonları, tükürük bezleri, sindirim sistemi ve akciğerleri gelişir. Bebek idrarını da bu sıvıya yaptığından boşaltım sistemi de gelişir. İdrarını yaptığı suyu yuttuğu hâlde bebeğin bundan zarar görmemesinin sebebi, idrarın sterilize edilmesidir. Bu sıvı sayesinde bebeği çevreleyen zarlar bebeğe yapışmaz ve bütün organ/sistemleri sağlıklı gelişir. Doğum esnasında bu sıvı, doğum kanalını yıkayarak sterilize eder ve ayrıca doğumu da kolaylaştırır. Sıvının az olması veya vaktinden önce boşalması durumunda doğumlar zorlaşır.

Bebekte herhangi bir hastalığın varlığı, bu sıvıdan yapılan testlerle tespit edilebilir. Bebeğe ait böbrek, kalp, beyin gibi önemli hastalıklarda bu sıvının miktarı artar.

Bebek uzun süre bu sıvının içinde yer almasına rağmen zarar görmez. Bunun sebebi, onun vücudunda yaratılmış özel ve mükemmel bir koruma sistemidir ki; bu beşinci ayda çıkan ve bebeğin bütün vücudunu saran renksiz tüylerdir. Bu tüycükleri doğumda da görmek mümkündür.

Biz suyun içinde nasıl da boğulmadan sağlıkla gelişebiliyor diye bebeklere hayret ederiz. Hâlbuki amniyon sıvısının azlığında veya yokluğunda bebeğin yaşaması mümkün değildir. Bu sıvı, bebeğin hayatı için zarurîdir.

Bebeğin eşi (plasenta), göbek kordonu, bebeğin içinde yüzdüğü sıvı (amniyon), bu sıvıyı üreten zarlar; hamilelikte bebeğin gelişimi ve yaşaması için yaratılan, vazifesi ve varlıkları doğumla sona eren yapılardır. Bunların tamamı, zigotun rahme yerleşmesiyle oluşur ve hepsi, tek bir hücrenin zamanla bölünüp farklılaşmasıyla meydana gelir. Yani bebek de, onun eşi de, onu saran zarlar ve sıvı da hepsi zigottan yaratılmıştır.

Zigot gideceği yeri, oraya nasıl yerleşip besleneceğini, hangi yapılarla korunacağını, nasıl bir sıvıda yüzeceğini ve daha bizim bilmediğimiz pek çok şeyi bilmekte, nice akıl sahiplerinin hayretle tefekkür ve temâşâ ettiği bu işleri ustalıkla yapabilmektedir. Akılsız ve iradesiz atomlardan oluşan hücreler, bizim okuyup kavramakta zorlandığımız bu işleri ve daha nicesini, ilk insandan itibaren zorlanmadan yerine getirmektedir.

Kâinatta her zerre, en yüce iradeye ve kudrete teslim olmuş itaat ederken; insanoğlunun bunlara bakıp ibret almaması, kendisine lütfedilen ve onu sâir mahlûkattan ayıran akıl ve irâdesini memur olduğu yönde kullanmaması nasıl bir tezattır? Zerreden küreye her şey “Bir Olan”ı anlatır ve O’na kulluk ederken, âciz insanın:

“-Nasıl var oldum? Tabiat ana, beni şöyle mi yoksa böyle mi yarattı? Uzaydan tek hücreli canlılar su kenarına düştü; sonra da bitkiler, hayvanlar ve biz insanlar oluştuk!” diyerek gözünü yaratılış hakikatine kapatıp kendini hezeyanlarla avutması; hattâ bu alanda güyâ “bilimsel çalışmaların” peşinde koşması, hangi idrâk ve zekâ ile bağdaşmaktadır?

Rabbimiz bize “şah damarımızdan daha yakın” olduğunu bildirirken, O’nu Kaf Dağı’nın ardındaki bir sırmış gibi uzaklarda aramak neden?!

Allâh’ın ilim sıfatının insandaki tecellîsini okuyoruz tıp fakültelerinde yıllarca… Belki ihtisaslar, üst ihtisaslar yapıyoruz, pek çok diplomaya da sahip oluyoruz. Buna rağmen ilmin ve sanatın gerçek sahibini tanımazlıktan, görmezlikten gelebiliyoruz. Hâlbuki insan, ümmî dahî olsa, kendine bakıp yaratılışını seyretse, tefekkür etse, Rabbini görür gibi olur! Bu da herhâlde onlarca fakülte bitirip Rabbini bilmemekten daha efdaldir. Ne güzel buyrulmuş:

“Kim nefsini bilirse, Rabbini bilir.”

Kendine gönül gözü ile bakan insan, aczini görür, hiçliğini seyreder. İdrâk eder ki, ne zigot kadar aklı var, ne bir sperm hücresi kadar gücü... Gafil insan ise, hiçliğini de bilmek istemez, aczini de… Hâlbuki ne kadar aczini bilirse, o kadar yücelir, ne kadar hiçliğini idrâk ederse o kadar yükselir, ne kadar kul olursa o kadar şereflenir.

Kâinattaki varlığın, irâdesini hakka râm edişinden ibret alabilmeyi; en yüce kudretin önünde alnını secdeye koyabilmeyi; sadece bedenine değil, rûhuna da secde ettirebilmeyi, o eğilişteki lezzeti tadabilmeyi, Rabbimiz, hepimize nasip ve müyesser eylesin. Âmin.

PAYLAŞ:                

Betül Nefise İnal

Betül Nefise İnal

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle