İki Mübarek Hazine

Mekke… “Ümmü’l-Kurâ”… Şehirlerin Anası…

Mekke, Hazret-i Âdem babamız ile Hazret-i Havva anamızın dünyada yollarının kesiştiği, birlikte el açıp duâ ettikleri, buluşup affedildikleri şehir…

Mekke, yeryüzünde Allâh’a ibadet edilmek üzere ilk mâbedin inşa edildiği şehir…

Nuh Tûfanı’yla yeryüzü günahlardan ve günahkârlardan temizlenirken, saklanan, kaybolan o şehir; yüzyıllar sonra Hazret-i İbrahim’e yol gösteren Cebrail’in eliyle tekrar gün yüzü görür. Hazret-i İbrahim, yeryüzünde “Allâh’ın evi” olan Kâbe’nin temellerini oğlu Hazret-i İsmâil ile yükseltirler. Duâ ederler, kendilerinden bu “kulluk ve itaatlerinin kabulü” için… Allah Teâlâ da insanları, Kâbe’ye dâvet etmesini emreder, Hazret-i İbrâhim’e…

İbrahim -aleyhisselâm- bir insan, uçsuz bucaksız çölde sesi nereye ulaşır? Gözün görmediği ufuklarda, çağlarda, Hazret-i İbrahim’in çağrısı kimin gönlünde yankı bulur?! Cenâb-ı Hak, “Sen çağır, ben insanlara ulaştıracağım!” buyurur. İnsana dâvet ve itaat düşer. Hazret-i İbrahim, insanları Kâbe’ye, Allâh’ın evine çağırır ve bu çağrı her yıl milyonlarca gönle ulaşır, insanlar muhabbetle, hasretle akın akın Allâh’ın dâvetine “Lebbeyk” derler.

Hazret-i İbrahim’in oğluyla hanımı arasındaki konuşmaları, hâtıraları, Allâh’ bağlılıkları ve şeytana olan husûmetleri, Haccın nişâneleri olarak kalır, insanlığa… Rabbimiz, Hazret-i İbrahim ve âilesi üzerinden nasıl bir kul istediğini öğretir, bizlere…

Allâh’ın her emrine sorgusuz suâlsiz boyun eğen, teslim olan, O’ndan başka kimseye el açmayan, derdini-hâlini arz etmeyen, “Rab olarak Allah’tan râzı olan” bir kuldur bu!.. Elbet böyle bir kulluğun imtihanı da ağır olur; Hazret-i İbrahim canından, âilesinden, evlâdından, malından imtihan edilir. Tek tek geçer bu ağır imtihanları ve o, “başlı başına bir ümmet olur”, medhedilir Kur’ân diliyle…

Hazret-i İbrahim’in, o insanlığın ve peygamberlerin “atalarından birisi”nin hâtırası çoktur, Mekke’nin dağında, taşında… Ancak yine Kur’ân’da haber verilen “Mekke’ye ve Mekkedekilere bereket” duâsı vardır; bir de âhirzaman nebîsinin kendi neslinden dünyaya gelmesi… Rabbimiz, bu güzel kulunun, bu yüce peygamberinin her iki duâsını da kabul eder. Zaten söyleten O’dur; verecek ki, istetir.

O gül Nebî, şehirlerin anasında dünyaya gelir. Babasını kaybetmiş, sevdikleri daha küçücükken birer birer kendisine vedâ etmişlerdir. O, Rabbin terbiyesine girmiştir. Dünyevî bütün bağları tek tek kopar, Allah Rasûlü’nün… Buna rağmen o yüceler yücesi bir ahlâkla bezenmiş, Mekke’nin en nâdân insanlarının bile gıbtayla baktığı “örnek bir genç” olmuştur. O, Muhammedü’l-Emîn’dir. Mekke’nin her sokağında, her köşesinde, dağında, tepesinde hatıraları vardır bu yetim ve öksüz gencin…

Bu hâtıralar, zamanla artar; ancak işin vechesi değişmiştir. Kendisine Nûr Dağı’nda, Hira Mağarası’nda nübüvvet verilince; artık ne yer aynı yerdir, ne zaman aynı zaman, ne de insanlar… İnsanlar, bir anda ikiye ayrılıverir. Kimi, sayıca az da olsa, etrafında pervane olur, O’nu kendisinden bile geçercesine sever. Kimi de öfkeden kuduracak kadar, nefretten parmaklarının ucunu kemirecek kadar gayz ve düşmanlıkla dolar. Mekke, bundan böyle pek çok acı tablonun şâhidi olur. İşkence görenler, sürülenler, öldürülenler… Bu hengâme içinde, Allah Rasûlü’nü derinden yaralayan iki vefât vardır ki, o yıla “Hüzün Senesi” adı verilmesine sebep olur. Birisi, vefâkâr, çilekeş hanımı, cennet hanımlarının seyyidelerinden Hazret-i Hatice Annemiz… Canını, malını, her şeyini Allah Rasûlü’ne adamıştır, o… Peygamber Efendimizin lisânıyla, “Kimse inanmamışken o inanmış, kimse bir şey vermez iken o bütün varlığını bu yüce dâvâya adamıştır.”

Peygamber Efendimiz, o acı günlerin ardından yine Kâbe’den bambaşka dünyalara seyahat eder, bir gece vakti… Bu Allâh’ın, Habibi’ni tesellîsidir. Kendi kudret, azamet ve nimetlerinden bir kısmını seyrettirmesidir. Ardından yeni bir devir, yeni bir şehir belirir ufukta… Yesrib…

Ancak Mekke’den, doğduğu topraklardan ayrılması zordur Nebî’nin… Medîne’ye doğru yola çıktığında, Mekke’ye son bir defa döner ve:

“-Ey Mekke, senden çıkarılmasaydım, seni terk etmezdim!” der.

Bu, nasıl bir muhabbet ve hasrettir ki, her harfinde yürek yangının bir alevi vardır. O gün, hicrete karar verdikten sonra, Peygamber Efendimiz yüzünü Yesrib’e dönmüş ve onu, “Medînetü’n-Nebî”ye çevirmiştir. O şehir, artık “Peygamberin Şehri”dir. O şehir artık, medeniyetin, devletin, insanlığın beşiğidir.

Medîne, vefâlı, cömert elleriyle yaralarını sarar Mekkeli Muhâcirlerin… Mekke’nin hasreti, ashâbı derinden yaralarken Peygamber Efendimiz duâ eder, Medîne’ye:

“-Yâ Rabbi, Mekke’yi bize sevdirdiğin gibi, Medîne’yi de sevdir. Buradaki dert ve hastalıkları, Cuhfe’ye koy!..”

Bu duâyı müteâkip ashâb-ı kiramdan hasta olanlar kısa bir sürede şifa bulur; hayat normale dönmeye başlamıştır. Ama şeytan ve dostları boş durmaz. İçte ve dışta hazırladıkları ordularla, durmadan savaşlar, saldırılar tertip ederler. Müslümanlar, Medîne’de yeni düşmanlarla da tanışmışlardır; münâfıklar ve Yahudiler… Artık bir anda pek çok cephede mücadele vardır. Medîne, îmanın yoklandığı, çilelerin katlandığı bir dönemdir. Bir taraftan açlık, yokluk; bir taraftan ihanet ve düşmanlıklar, mü’minleri yolundan çeviremez. Artık Medîne’nin sokaklarında ezanlar yükselir, Kur’ânlar okunur. Ashâbın arasında, Cebrâil -aleyhisselâm- insan sûretinde gelir. Orası artık meleklerin ziyaretgâhı olmuştur; vahyin yeni menzili…

Aradan yıllar geçmiş; Peygamber Efendimiz, ashâbıyla umreye niyet etmiştir. Ziyaret için herkese, her zaman açık olan Kâbe, Mekke’deki barbarlar tarafından Allah Rasûlü’ne ve ashâbına kapatılmıştır. Herkes mütereddit ve mahzun birbirine bakar. Havada savaş kokusu vardır. Ancak Hudeybiye’de yapılan müzâkerelerle Peygamber Efendimiz ve ashâbı, o yıl Mekke’ye varamadan geri dönmeyi kabul ederler. İnsanlar buruktur. Gözler nemli, kalpler kırık… Cenâb-ı Hak, “Fetih Sûresi”ni indirir, bu kaybedilmiş görünen anlaşmanın aslında pek çok zaferler barındığını haber verir, ötelerin ötesinden… Gerçekten bir-iki yıl içinde işin çehresi tamamen değişmiştir. Müslümanlar, ellerini kollarını sallayarak bir yıl sonra Mekke’ye, Kâbe’ye kavuşurlar. Kaza umrelerini yaparlar. Bu manzara, Mekke’yi ve Mekke’dekileri derinden çalkalar. Mekke’nin ileri gelenleri, birer ikişer gelip Müslüman olurlar.

Derken anlaşmayı ihlâl eden Mekkeliler üzerine, bir ordu hazırlanmasını emreder Allah Rasûlü… Herkesten gizlediği bu harekât, kansız bir şekilde tamamlanır ve Mekke, Allah Rasûlü’ne teslim olur. Peygamber Efendimiz, Hazret-i Âdem’in, Hazret-i İbrahim’in yadigârı Kâbe’ye kavulmuştur. Onun gözleri Kâbe’de, Medînelilerin gözleri de Allah Rasûlü’nde…

“-Değil mi ki, Allah Rasûlü burada doğup büyümüştür; Allâh’ın beyti buradadır, o hâlde o da şehrine kavuşmuştur. Şimdi Medîne’ye bizimle tekrar geri gelir mi ki?” derler, mırıltılar hâlinde…

O vefâ âbidesi, kendisine en zor zamanlarda sahip çıkan, malını, mülküne kendisiyle ve ashâbıyla paylaşan, “kendi canlarını, mallarını ve âilelerini korudukları gibi” onlara göğüs geren Medînelilere; “Ben de sizdenim. Sizin şehriniz, benim şehrimdir!” diyerek Medîne’ye döner.

Medîne, nûrlu şehirdir artık… Rahmetin, şefkatin yurdudur. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kıyamete kadar ikamet edeceği yer olarak kendisine Medîne’yi seçmiştir.

Mekke, Allâh’ın azamet tecellîlerinin aksettiği, “muazzam” Kâbe’nin bulunduğu mekândır. Yeri, toprağı gibi; insanları da farklıdır. Medîne ise, “âlemlere rahmet gönderilmiş” Nebî’nin merhametiyle, şefkatiyle yıkanmıştır. Orası, iklimiyle, insanıyla “rahmet şehri”dir.

Mekke ve Medîne’nin, yeryüzünün en mübarek yerleri olmasına rağmen etrafının dağlarla, çöllerle çevrilmesine gelince… Bizce bu iki şehirde, Allâh’ın ve Rasûlü’nün “Rakîb” sıfatları tecelli etmiştir. Oraya gelenlerin gözü, gönlü başka şeylere kaymasın; sadece Allâh’ın ve Rasûlü’nün nişânelerini seyretsinler, buralarda kalplerinin en derûnî noktalarında bile kul olduklarını unutmasınlardır murad…

Rabbimiz, bu iki mübarek şehrin feyz, bereket, rahmet ve mağfiretinden hepimizi hissedâr etsin. Âmin.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle