Akıp Giden Zamanda Gençlik

“İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya:

Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.

Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;

Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.

Her şey akar; su, tarih, yıldız, insan ve fikir:

Oluklar çift, birinden nûr akar, birinden kir…. diye devam eden “Sakarya” şiirinde merhum Necip Fâzıl, insanoğlunu akıp giden suya benzetir. İnsan hayatı da su misâli bazen kıvrılarak, bazen yırtınarak, bazen de sessiz ve habersizce akıp gitmektedir…

 Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri ise, hayatın hızlı akışını Bağdat’ın öğle sıcağında buz satarak rızkını kazanmak isteyen satıcının canhıraş bağrışlarıyla tarif eder: 

“-Sermayesi hızla tükenen fakire yardım eden yok mu?”

Özellikle ömürlerin azaldığı, günlerin bereketini kaybettiği âhir zaman ümmeti için bu konu biraz daha fazla önem arz etmektedir. Nitekim bin yıla yakın yaşayan Nûh -aleyhisselâm-, yüzlerce yaş ömürlerle ifade edilen eski peygamberlerin ümmetleri yanında yaklaşık ömürleri yetmiş-seksen yıl olan âhir zaman ümmeti; hayli zayıf ve fakir kalmaktadır. Bunun için olsa gerek Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: 

“En hayırlı insan, ömrü uzun, ameli güzel olandır. buyurmuştur. (Tirmizî, Zühd, 22) 

Ömür, Levh-i Mahfuz’da takdir edilmiştir; tasarruf hakkımız yoktur. Yalnız hadîs-i şerîfin ikinci kısmı olan, “güzel amel” ise, insanın cüz’î irâdesiyle gerçekleşen bir imkândır. Aynen ticaretini akl-ı selîm ile yapan ve çok kazanan tüccar gibi…

 Mâdem ki ömürler, Bağdat sıcağında hızla eriyen buzlar, zirvelerden kıvrım kıvrım süratle akan sular gibi akmaktadır; öyleyse sermayeyi baştan sıkı tutmak ve her demini değerlendirmek esastır. Bu konuda yegâne rehberimiz, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünneti ve tavsiyeleridir. Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in asırlar öncesinden uygulamış ve tavsiye etmiş olduğu esaslar, şimdiki sosyologların, psikologların ve kişisel gelişimcilerin tez konuları, araştırma neticeleri olmaktadır. Mekke’deki azim ve dayanışma, Medine’deki iletişim ve kardeşlik; arzulanan, özlenen ideallerimiz arasındadır.

Dünya hayatı, sevgi tezahürü üzerine bina edilmiş; bu, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatında ve tebliğinde en güzel hâliyle şekillenmiştir. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kiminin ellerini tutup gözlerinin içine bakarak çok sevdiğini sözlü olarak söylemiş, kimine vasıflı birliktelikle izhâr etmiş, kimini ise beden diliyle, muhabbetle kucaklayarak sevmiştir. Şartsız, katıksız ve cömertçe sunduğu sevginin akabinde ise: 

“Sizden biri, beni ana-babasından, çoluk-çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe îmân etmiş olamaz.”  buyurmuştur. (Buhârî, Îman, 8; Müslim, Îman, 70)

Sevginin artması için tebessüm etmeyi, selâm vermeyi tavsiye ederken, Cennet’e selâmetle girebilmek için ne gibi sâlih ameller işlemek gerektiğini soranlara ise: 

“Tatlı sözlü olmayı, selâmı yaygınlaştırmayı ve yemek yedirmeyi” öğütlemiştir. (Bkz: Taberânî, Kebîr, XXII,180; Hâkim, Müstedrek, I, 23) 

 Bunların en verimli ve bereketli yaşandığı, sağlam kökler saldığı zaman ise, gençliktir. Nitekim “Tabiat boşluk kabul etmez!” kaidesi gereği, gencin yüreği de sevgisiz ve ilgisiz kalmayı kabul edemez. Sağlıklı sevgiyle, engin ideallerle doldurulmayan gönüller, sahte sevgiler, mâlâyanî iş ve oyuncaklarla meşgul olur. Çünkü bünyelerinde taşıdıkları potansiyel ve dinamizm, durağanlığa müsaade etmez. Bu sebeptendir ki, Allah Teâlâ, büluğ çağına giren her ferdi muhatap alarak mükellef kabul etmiş ve bütün söz ve davranışlarını, “Ef’âl-i Mükellefîn” kategorisinde değerlendirmiştir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in on yaşındaki Enes -radıyallâhu anh- ve on bir yaşındaki Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ı çeşitli vazifelerle görevlendirmesi ve neticesini takip etmesi, bunun misallerindendir. Yine on dokuz yaşındaki Hazret-i Üsâme -radıyallâhu anh-’ı ordunun başına kumandan olarak tayin etmesi, yirmi bir yaşında Attâb bin Esed -radıyallâhu anh-’ı Mekke’ye vali olarak ataması, on beş yaşında Zeyd bin Sâbit -radıyallâhu anh-’ı İbrânice ve Süryânice dillerinde tercümanlık yapması için vazifelendirmesi, gençlerin potansiyellerini değerlendirmek içindir.

Atalarımızın da söylemiş olduğu gibi genç; “deli-kanlı” olarak tarif edilen, daha çok duygularının yönlendirmesiyle hareket edip aklını kullanmakta zorlanan kişidir. Özellikle günümüzde küreselleşme ile birlikte her türlü sanal görüntünün, haz ve teknolojinin ortasında kalan genç için bu, kaygan zeminde yürümek kadar zordur. Bunların arasında sıkışan sancılı gençler ise hâl lisanlarıyla bağırıp içlerindeki fırtınalar için güvenilir limanlar ararlar. Onların agresif davranmaları, “çok fazla sevgiye ve desteğe ihtiyaçları olduğunu” bildirirken, âilelerinden habersiz kalmak istemeleri, artık “farklı bir şahsiyet olarak fikirlerine saygı duyulmasını” arzuladıkları mesajını vermektedir. Bu gençleri doğru okumak ve sadra şifâ davranabilmek önemlidir. Aksi takdirde hem iletişim problemleri, hem potansiyel israfından kaynaklanan problemler zuhûr edebilir. Bunun benzerini Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Huneyn dönüşünde Ebû Mahzûre ve arkadaşlarıyla olan diyalogunda görürüz. Ebû Mahzûre, o günü şöyle anlatır:

 “On genç arkadaş, Huneyn’e gitmiştik. O zaman, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bizim için insanların en nefret edileni ve istenilmeyeniydi. Huneyn’den dönüş yolunda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in müezzini kalkıp namaz için ezan okumaya başladı. Onun sesini işitince, bizler de alay etmek için saklanmış olarak, ezanı yüksek sesle tekrarladık. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bizim kendisine getirilmemizi emretmiş. Getirildik, önünde durduk. Bizimle bir yarışma yapacağını söyleyerek her birimize ezan okuttu ve içlerinde en fazla sesi çıkan beni seçti.

“-Bu ses, duymuş olduğum en güzel sestir, kalk bir kez daha ezan oku.” buyurdu.

Ayağa kalktım. Bana ezan okumayı öğretti ve ezberletti. Sonra bir kese gümüş para vererek elini alnıma koydu, yüzümü, gözümü sıvazladı.

“-Allah, seni hayırlı ve mübârek kılsın. Sana, Mekke’de müezzinlik yapman için vazife veriyorum. Git, Mekkelilerin ezânını oku!” buyurdu.

Bunun üzerine, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e karşı içimdeki bütün nefretler gidip yerine sevgisi doldu. Mekke valisinin yanına vardım. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in emriyle ezan okumaya başladım.” (Ahmed bin Hanbel, III/409; Ebû Dâvud, Salât, 28)

Râvî, Ebû Mahzûre -radıyallâhu anh-’ın Peygamber Efendimizin elinin değdiği, alnının önündeki saçını hiç kestirmediğini ve Mekke’nin müezzinliğini ölümünden sonra oğlunun, ondan sonra da oğlunun oğlunun devam ettirdiğini bildirmiştir.

 Burada Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in genci dışlamadan, rencide etmeden, ona saygı duyarak yaklaşması, eğitimciler için altın kurallardan biridir. Nitekim şahsiyetlerinin oluşum zamanlarında onlar için saygı vazgeçilmez esaslardandır. Maamâfih “ceza ve nasihat olmadan, potansiyellerinin karşılığını emek vererek almaları; başarmaları ve başarılarının takdir edilmesi” önemlidir. Unutulmamalıdır ki; “mârifet iltifata tâbîdir.”

 Genç nesle yapılacak hizmetin en faziletlisi ise; onları gerçek sevginin ve saygının kaynağı Âlemlerin Rabbi ve Kutlu Elçisi ile tanıştırmaktır. 

“Size iki emânet bırakıyorum; onlara sımsıkı sarılın…” (Mâlik, Muvatta II/899; Taberî, III/169) buyuran Sevgili Peygamberimiz, biz âhir zaman ümmetine hayat rehberliği noktasında en mühim ipucunu vermiştir.

Nitekim kendini hayatın merkezinde gören gençler, fıtrî olarak çevresinin sözlerine itibar etmekte zorlanırlar. Zaman zaman kimlik karmaşası yaşarlar. Böyle zamanlarda ise arada engel teşkil etmektense, onların gönüllerini Mekke’deki “Dâru’l-Erkam”a, Medîne’deki “Suffe Mektepleri”ne kaydettirmek, en idealidir. Arzu ettikleri kimlik ve şahsiyetlerini orada kazanacak, içlerindeki potansiyeli ve dinamizmi orada kullanacaklardır. Özlerinden gelen huzur ve itmi’nan ise, onları hem kendileriyle, hem de çevreleriyle barışık kılacaktır.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her hâlükârda ilim öğrenen ve öğretenleri methetmiş, onları gökteki yıldızlara benzeterek şöyle buyurmuştur: 

“Yeryüzünde âlimlerin misali, karanın ve denizin karanlıklarında yol bulmaya vesile olan yıldızlara benzer. Bu yıldızlar görülmeyecek olursa, yollarını bulmak isteyenlerin yollarını şaşırma ihtimalleri çok yüksektir.” (Ahmed, Müsned, III/157)

 Hasan-ı Basrî -rahmetullâhi aleyh- ise: 

“-Bir adam ilim öğrenmek isterse, onun huşûunda, bakışında, dilinde, elinde, namazında, sözünde ve dininde bu hareketinin tesiri hemen görülür.” buyurmuştur. (Abdullah İbni Mübarek, Kitâbu’z-Zühd ve’r-Rekâik, 79) 

* * *

Cenâb-ı Hakk’ın “…Allâh’ı ve âhireti isteyenler için Rasûlullâh’ta en güzel örnek vardır…” (el-Ahzâb, 21) buyruğundan sonra, değişik yokuşlarda yorulup susamak yerine; zaman kaybetmeden “öğrenmek, tanımak ve sevmek” en idealidir.

Unutmayalım ki sevgi; Allah ve Rasûlü uğruna ölüm yatağına hiç korkmadan yatabilmek kadar güçlü, kızgın kumlar üzerinde ve ağır kayalar altında işkence görürken tereddüt etmeden tevhîdi haykırmak kadar kuvvetlidir.

PAYLAŞ:                

Seher Küçük

Seher Küçük

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle