Sana Ümmet Olmak

النبي صلى الله عليه وسلم قال

دَعُونِي مَا تَرَكْتُكُمْ ، إِنَّمَا أَهْلَكَ مَنْ كَانَ قَبْلَكُمْ كَثْرَةُ سُؤَالِهِمْ وَاخْتِلَافُهُمْ عَلَى أنْبيَائِهِمْ ، فَإِذَا نَهَيْتُكُمْ عَنْ شَيْءٍ فَاجْتَنِبُوهُ ، وَإِذَا أَمَرْتُكُمْ بِأَمْرٍ فَأْتُوا مِنْهُ مَا اسْتَطَعْتُمْ

متفق عليه

Ebu Hüreyre -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyuruyor:

“Ben sizi kendi hâlinize bıraktığım sürece, siz de beni kendi hâlime bırakınız. Zira sizden öncekiler gerekli-gereksiz soru sordukları ve Peygamberleri hakkında ihtilâfa düşmeleri yüzünden helâk oldu. Binâenaleyh ben sizi neden nehyetmişsem ondan derhal kaçınınız, size neyi emretmişsem gücünüz ölçüsünde onu yerine getiriniz.” (Buhârî, İ’tisâm, 2)

Hadisimizde geçen mevzulara temas etmeden önce, Allah Rasûlü Efendimiz’le alâkalı Kur’ân-ı Kerîm’de geçen birkaç tanımlamaya değinelim:

“Andolsun ki, Rasûlullâh, sizin için en güzel bir örnektir...” (el-Ahzâb, 21)

“Biz Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107)

“Ve Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4)

“…Allah Rasûlü, size her ne getirmişse onu alın; neden nehy etmişse ondan kaçının…” (el-Haşr, 7)

“O kendi hevâsına göre konuşmaz. Söyledikleri, vahyedilenden başka bir şey değildir.” (en-Necm, 3-4)

Âyet-i kerimeler, Peygamber Efendimiz’i bu şekilde tanımlıyor. Büyük iltifatlara mazhar kıldığı Peygamberini, “üsve-i hasene (en güzel örnek), rehber, müjdeci, mücessem bir Kur’ân” olarak tanıtıyor bizlere Rabbimiz...

Övülen, övenin kıymetine göre bir değer kazanır. Medheden, Âlemlerin Rabbi ise, medhedilenin kıymeti de o derecede yüksektir.

Ve Allah Rasûlü, Cenâb-ı Hakk’ın da beyân ettiği üzere, ümmetini merhametin zirvesinde bir duygu ile seviyor. Rabbimiz, O’nu, Tevbe Sûresi’nin 128. âyet-i kerîmesinde O, size çok düşkündür” ifadesi ile târif ediyor. “Mü’minler için Raûf ve Rahîmdir” buyruluyor âyetin devamında…

 

Öyleyse biz, ümmeti olarak O’nun bu sevgisine nasıl karşılık vermeliyiz?

Nasıl bir muhabbet derinliği içerisinde olmalıyız ki, O’nun muhabbeti yanında mahcup olmayalım?

Akıp geçen zaman, rüzgârın önünde savrulan yaprak misali gâh o yana, gâh bu yana savurur insanı… Eğer insan, ulvî bir gâyeye muhabbetle bağlı olmazsa hep bir savrulma yaşar. Peygamber Efendimiz’in sevgisini taşımak, böyle savruluş dönemlerinde vakur bir duruş kazandırır insana... O’nun sevgisini kazanmak da konumuzun başında zikrettiğimiz hadis-i şerifin gereğini yerine getirmekle mümkündür.

Ne diyor Peygamber Efendimiz; önceki ümmetler, peygamberlerine muhalefet yüzünden helâk oldular.

Gönderilen peygambere muhâlefet, onu gönderen Allâh’a muhâlefetle eşdeğerdir. Bir kul, nasıl Allâh’a muhalefet gafleti içinde olabilir?

Peygamberin sözünün üstüne söz söylemeyi, helâk sebebi olarak görüyor Peygamber Efendimiz... O’nun emirlerini te’vil etmek, kendi isteklerimiz uğruna yorumlar yapmak, tâviz kapıları aramak, kısaca teslimiyet göstermemek…

Hadîs-i şerîfte;

“Ben size neyi emretmişsem, onu yapın, neyden nehyetmişsem ondan sakının.” buyrulduğu üzere, o sevgiye mazhar olmak için Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e tam bir teslimiyet şart…

Aynen Ebûbekir Sıddîk -radıyallâhu anh- gibi… “O söylediyse, doğrudur.” diyebilmek…  “Bunu O yaptı ise, doğru yapmıştır.” kararında olabilmek…

 

Ümmet-i Merhûme

Gün vardır, insan ziyandadır. Gün vardır, seni alır eşref-i mahlûkat mertebesine çıkarır. Gün vardır, iliklerimize kadar Hazret-i Peygamber’in ikliminde yaşarız. Gün vardır hislerimiz donuklaşır, kalbimiz hissizleşir. Ve korkuya kapılırız, O’na olan muhabbetimizin ziyana uğramasından... Ve Peygamber Efendimiz’in şu hadîs-i şerîfi yetişir imdadımıza:

“Hiç şüphesiz benim ümmetim, ümmet-i merhûmedir. (Allâh’ın merhametine, acımasına lâyık olmuş ümmet)… Yani kurtulmuş bir ümmettir. Ona âhirette azap yoktur. Onun azâbı dünyadadır.” (Ebû Dâvud, Fiten 7; İbn-i Mâce, Zühd, 34)

“Ümmet-i Merhûme” olma bahtiyarlığı, sadece Muhammed ümmetine has bir durumdur. “Âhirette azap yoktur.” buyrulurken, bu ümmetin mensuplarının, azaba dûçâr olmama hakkını daha dünyadayken elde etmeleri de gerekiyor. Bu, aynı zamanda Peygamber Efendimiz’i mahcup etmeme, O’nun bizim hakkımızdaki hüsn-i zannını boşa çıkarmama gayreti içinde olmamızı îcâb ettiriyor.

Ne güzel diyor Süleyman Çelebi:

 

Ümmetin olduğumuz devlet yeter

Hizmetin kıldığımız izzet yeter

 

Bu pâye, O’na ümmet olmamızdan dolayı bize verilen bir pâyedir.

Yüce Rabbimiz, kitabında “Muhammed Ümmeti”ni taltif ediyor ve şöyle buyuruyor:

“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz...” (Âl-i İmrân, 110)

Diğer bir âyet-i kerîme ile bu şeref madalyası perçinleniyor ve sorumluluklarımız hatırlatılıyor:

“Rasûl’ün de size şâhid olması için sizi mûtedil bir millet kıldık...” (el-Bakara, 143) 

İşte Süleyman Çelebi’nin ifade ettiği ümmet, bu ümmettir. Hem Allah tarafından övülmüş, hem de Peygamberi tarafından el üstünde tutulmuş bir ümmet… Ama değerini ve evsâfını Hazret-i Rasûl’e bağlılığı nisbetinde ortaya koyan bir ümmet…

“Ümmet-Peygamber” irtibâtının en zirve olduğu dönem, Asr-ı Saâdet denilen mukaddes zaman dilimidir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, nakış nakış işlemişti o insanları... En zâlim karakterden en müşfik bir mü’min, en şedid insan tipinden en merhametli bir şahsiyet inşa etmişti. Ashâb-ı kirâm, Rasûlullâh’ın ağzından çıkan her kelimeyi, bir emir telakki ediyorlardı. Hazret-i Rasûl’ün gönül sarayında kendilerine bir yer edinmek için teslimiyette yarışır hâlde idiler. O’nun terbiyesinden geçen ashâbı, gökteki yıldızlar gibi olmuş ve sonradan gelen ümmet için “bir rehber” ve “bir kılavuz” hâline dönüşmüştü.

Asr-ı Saâdette ümmet, en ihtişamlı zamanını yaşamıştı. Ancak Rasûlullâh’ın unutmadığı kardeşleri de vardı. Şu hadîs-i şerîfe kulak verelim:

Ebû Hüreyre -radıyallahu anh-’tan rivayet edildiğine göre, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kabristana geldi ve:

“-Selâm size ey mü’minler diyarının sâkinleri! İnşaâllah biz de size katılacağız. Kardeşlerimizi görmeyi çok isterdim.” buyurdu. Ashâb-ı kirâm:

“-Biz senin kardeşlerin değil miyiz, yâ Rasûlallah?” dediler. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“-Sizler benim ashâbımsınız, kardeşlerimiz henüz gelmemiş olanlardır.” buyurdular.

Bunun üzerine ashâb:

“-Ümmetinden henüz gelmemiş olanları nasıl tanıyacaksın, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onların bu suâline şu suâl ile mukabele etti:

“-Ne dersiniz; bir adamın alnı ak ve ayakları sekili bir atı olsa, yağız ve doru at sürüsü içinde kendi atını tanımaz mı?”

Sahâbe:

“-Evet, tanır, ey Allâh’ın Rasûlü!..” dediler. Rasûl-i Kibriyâ Efendimiz:

“-İşte onlar da abdestten dolayı yüzleri nûrlu, el ve ayakları parlak olarak gelecekler. Ben havzın başına onlardan önce varacağım.” buyurdular. (Müslim, Tahâret, 39)

Bu, Peygamber Efendimiz’e ümmet olma devletinin ne güzel bir tezâhürüdür?

Yüzyıllar ötesine gönderilen Asr-ı Saâdet kokusu... Bir sevgi nefesi... O, bu hadîsleri îrâd ettiği zaman bizim adımız-sanımız ortada yoktu. Ama şimdi varız. Ümid ederiz ki, biz de bu hasretin muhâtabı olan “Rasûlullâh’ın Kardeşleri” arasına gireriz.

Ve ümid ederiz ki, O, bizi alnımızdaki nûrdan, kollarımızdaki parlaklıktan tanır ve bize şefkat kollarını açarak şefaat eder.

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle