Kur’ân’ı Anlamak

Vazifem îcâbı, doğu bölgelerinden batı bölgelerine, farklı il ve ilçelere irşad faaliyetleri için gitme imkânı buldum. Bu sayede birçok insanı tanımak ve bunların dînî konulara yaklaşım farklılıklarını görme fırsatım oldu. Bu irşad faaliyetleri, bana çok şeyler öğretti. Cemaatimizin sorularına, dîne, hikmete ve ilme muvâfık cevaplar verebilmemiz için kendimizi mütemâdiyen geliştirmemiz, yetiştirmemiz gerektiğini; ilâhiyat fakültesi bilgilerinin üzerine mutlaka yeni bilgiler ilâve etmenin elzem olduğunu; insanları mutmain edecek cevaplar vermenin etkili bir vaazdan çok daha önemli olduğunu da yakînen müşâhede etmiş oldum. Artık insanımız, dinlediğine şartsız teslim olmuyor; araştırıyor, soruyor, anlamaya çalışıyor. Kullandığımız hadîsi hangi kaynaktan aldığımızı, sözlerimizin delilinin neler olduğunu soruyor ve gerçekten araştırıyor. Her an teyakkuz hâlinde olmak gerektiğini, cemaati aslâ câhil, bir şey bilmez yerine koymamak gerektiğini, fikir sahibi, araştıran insanlar olduklarını unutmamak gerektiğini de bana öğrettiler. Bu sebeple cemaatin karşısına hazırlık yapmadan, çalışmadan, araştırma yapmadan çıkmanın hocayı dâimâ zor duruma düşüreceğini çok iyi biliyorum. Tecrübelerle edinilen bu öğrenmelerimin dışında, hayatım boyu unutamayacağım bazı hatıralar da bu vazifelerim esnâsında cereyan etmiştir.

Cemaatin soru sorması aslâ engellenmemeli, bu hem hocanın, hem de cemaatin gelişmesi için elzemdir. Lâkin bazı sorulardaki üslup, cidden beni endişelendirir ve kendimi son derece rahatsız hissederim. Haddini aşan, Allâh’a (c.c.) -hâşâ- kafa tutar üslupla, kendini, her şeyi eleştirmeye ehil ve hak sahibi gören kişiler, beni de câmi cemaatimizi de incitir. İlmî bilgisi olmadan fikir sahibi olan ve dayatan insanların haddi aşan, kibir yüklü soruları, onlarla aynı mekânda bulunduğum için beni dâima A’raf Sûresi, 155. âyet-i kerîmede zikredilen Hazret-i Mûsâ’nın duâsıyla Rabbime sığınmaya sevk eder:

“…Allâh’ım! Şimdi içimizden birtakım sefihlerin işledikleri günah sebebiyle bizi helâk mı edeceksin? Bu, sırf Sen’in bir imtihanındır. Onunla dilediğin kimseyi saptırırsın, dilediğini de doğruya iletirsin. Sen, bizim velîmizsin. Artık bizi bağışla ve bize acı. Sen, bağışlayanların en hayırlısısın.” demeye başlarım.

Marmara bölgesinin Trakya yöresinden bir ilimizde bir haftalık irşad faaliyeti ile vazifelendirilmiştik. Tam duâmı bitirip vaaza başlayacağım sırada hanımın birisinin izin almadan anlatmaya başladığı fikirleri ile muhâtap oluverdik bütün câmi cemaati... Şunları söylüyordu:

“-Şimdi siz bize, anlamadığımız Arapça kelimeleri kullanarak duâ ettiniz, birazdan da Kur’ân okuyacaksınız. Biz hiçbir şey anlamadan boş boş Kur’ân’ı dinleyeceğiz. Şahsen ben, anlamadığım bir dili dinlemeyi sevmiyorum. Ben, Kur’ân’ın Arapça okunmaması, Türkçe meâlinden okunması taraftarıyım ve ibâdet ederken de âyetlerin Türkçe meâllerini okumayı tercih ediyor ve namazımı da o şekilde kılıyorum. Çevremdeki insanları da yönlendiriyorum: «Anlamadığınız bir dil ile ibadet olmaz, akıllı olun!» diyorum. Kur’ân’ın devamlı Arapça’dan hatmedilmesini gereksiz bir vakit kaybı olarak görüyorum. Meâl okusunlar daha iyi. Bazı hadîsler var, meselâ: “Ölmek üzere olan kişilere Yâsîn okunursa, kolay rûhlarını teslim ederler.” diye. Ben, Yâsîn Sûresi’ni kaç kere meâlinden okudum, ne ölen kişi ile ilgili, kolay rûhu teslim edici kelime var, ne de tam bir bütünlük içinde konular var. Bölük pörçük… O sebeple evlerde Yâsîn okuyan kadınları da uyarıyorum…”

Bunlar, hanımların mânevî dünyasını, sohbetin en başından allak bullak eden türden câhilâne sözler idi. Bu durum, hanımların içinde îmânî konularda tereddüdü olanlar varsa:

“-Akla da yatıyor, acaba kadının dedikleri doğru olabilir mi?” gibi sorularla şüphelerini artırdı. Îmânî açıdan teslim olanlarda ise:

“-Mâneviyâtımızı altüst etti ve şu an sohbetten alacağımız bütün feyzi isyankâr cümlelerle dağıtıp yok etti!..” dedirtti ve neticede câmide bulunan hanımların hepsini karşı karşıya getiriverdi.

Doğrusu, huzursuzluk çıkarmak pek kolay… Yıkmak, hırpalamak çok kolay, inşâ etmek, tamir etmek de o denli müşkül…

Aslî vazife yerimde, cemaatimden bir başka hanım, ısrarla Kur’ân kurslarına savaş açmıştı:

“-Mânâsını öğretmeden Arapça Kur’ân okumayı öğretiyor, insanları oyalıyorsunuz!.. Bu ezberci, temelsiz eğitim biçimine son derece karşıyım ve protesto ediyorum.” diyordu ve Kur’ân öğrenmek için kursa gitmiyordu.

Kendisi vaazlara devam eder, ama mücâdelesini de her fırsatta yapardı. Haklılık payı vardı. Gerçekten Kur’ân’ı okumayı öğrendiğimiz kadar Arapçasını öğrenip en azından sık sık okuduklarımızın mânâsına da vâkıf olmak gerekti. Belki konuşma dili olan Arapçayı öğrenmek farz değildi. Lâkin ibadet dili olarak Arapça harflerin okunuşunu, telaffuzunu, tecvidini, ibadetleri doğru bir şekilde yapacak kadar öğrenmek, Kur’ân’ı Arapçasından okumak, ibâdet sevabına ulaşmak için farzdı.

Kur’ân’ın yüzünden okunmasının öğretilmesi ile sağlanan pratik kolaylık, daha sonra isteyen hanımların Arapça’yı bir dil olarak öğrenmesine mâni değildi. Zaten kurslarda isteyen hanımlar teşvik de ediliyordu. Arapça’nın öğretilmesi veya öğrenilmesi, daha uzun soluklu bir eğitim olduğu için herkesin bu dili öğrenmesini beklemekten ziyade, ilmi seven hanımların tercih ettiği bir durumdu.

Cemaatimiz hanımlarından birisi, kendisinde “nazar” olduğunu söyleyip benim onu okumamı istemişti. Devamlı “ibâdet dili” ile uğraştığı, “ibâdet dili, Türkçe olsun” dediği için Nâs ve Felâk sûrelerini Türkçe meâlinden okudum. Yüksek sesle okuduğum için şaşkın şaşkın yüzüme baktı.

“-Hocam ne yapıyorsun?” dedi. Ben de:

“-Mânâsını bile bile okuyorum, tam tesir etsin diye!..” deyince:

“-Hocam, lütfen orijinalinden, Arapça okur musunuz? İçime bir sıkıntı geldi, nazar falan da geçmedi. Ben de hiç tesir bırakmadı bu okuma!..” deyiverdi.

Demek ki, kendisine tedavi olması, mânevî ağırlıkların gitmesi için Kur’ân okunduğu zaman Türkçesinden okunmasına rızâları yoktu!.. Çünkü üzerlerindeki mânevî ağırlığı, okunan meâl almıyordu.

“-E!” dedim, “Sen böyle istemez miydin?”

“-Şimdi öyle istemiyorum, Arapçasından okunmasını istiyorum, lütfen!” deyiverdi.

Aslında rûhumuz ve gönlümüz, ne istediğini, kendisine neyin lâzım olduğunu biliyor!.. Fakat insanlar, kıyasları, akıl yürütmeleri, güya zekâları ile bilir bilmez, her şeye müdahale ediyorlar.

Cemaatimden bazı gençler, Taksim’de bir derneğe davet edilmişler. Bunlar yogayı merak ettikleri için gitmişler. Dernekte, Sanskritçe şarkılar söyleniyormuş. Türkiye Budistleri’nin kurduğu “aydınlanma, arınma, yoga” vb. faaliyetlerin öğretildiği bir merkez olduğunu, Budizm misyonerliğinin yapıldığını anlamışlar. Sanskritçe şarkılardan bir şey anlamadıkları için, “bu parçaları neden Türkçe sözlerle söylemediklerini” dernek yetkililerine sormuşlar. Yetkililer onlara, “bu dilin, aklımız bilemese de ruhlarımız tarafından bilindiğini ve her harfinin ruhları ve bedenleri üzerinde büyük bir olumlu enerji oluşturduğunu, aynı enerjiyi Türkçe kelimelerle oluşturamadıklarını” söylemişler. Mânâsını bilemeseler de ibâdet olarak söylenen harflerin mânevî enerjilerinden bahsetmişler.

Yâsîn Sûresi’nin ölmek üzere olan kişilerin rûhlarını teslim etmelerinde bir kolaylık sağladığı hadîs-i şerîflerle sâbit…

“-Yâsîn sûresinin meâlini okudum, ama «sekerâtü’l mevt: ölüm ânında» olan kişilerin ruhlarını teslim etmelerini kolaylaştıracak tek kelime bulamadım!..” deyip, çevreyi:

“-Sakın okumayın!” diye uyarmak, ciddî vebâldir.

Âyetin Arapça her kelimesinin rûhumuz ve manyetik bedenimiz üzerinde bıraktığı enerjiden bîhaberiz. Nâs ve Felâk sûrelerinin nasıl olup da nazara, büyüye iyi geldiğini, meâline bakarak anlamak mümkün değil!.. Çünkü o sûrelerdeki Arapça kelimelerin, harflerin insanın mânevî bedeni üzerinde bıraktığı tesiri anlamaktan âciziz. En önemlisi, “Yâ Sîn” harflerinin, yani sûrenin “hurûf-i mukattaa”larının, ruhlar üzerinde nasıl bir tesir oluşturduğunu, rûhu nasıl bir inşâya sevk ettiğini yakîn bir ilim ile bilemiyoruz.

Bir başka hanım da, Yâsîn Sûresi’ne sataşan hanıma bir söz söylemişti; onu da hiç unutmam:

“-Kardeşim, duâ edelim, Allah, sen son nefesini verirken kimsenin senin başucunda Yâsîn okumasını nasip etmesin ve sen gönül huzuru içinde ruhunu teslim et.”

Fakat bu cümle, hanıma çok ağır geldi ve:

“-Ne demek istiyorsun, ben okunmasın mı dedim!.. İnşâallah bana da okunsun.” deyiverdi.

Anlaşılan şu ki; konuşurken mangalda kül bırakmıyoruz belki ama iş, son nefesi verme anına geldiğinde ya da nazara vb. mânevî rahatsızlıklara uğradığımız zaman bütün külleri tekrar yerine koyuyoruz. Cenâb-ı Hakk’ın ibadet dilini Arapça seçmesi, büyük bir hikmettir. Değilse hacda hangi dille ibâdet edecektik? Ezanın her ülkede okunuşu, aynı dilde olduğu için, İngiltere’de bile okunsa, okunan şeyin ezan olduğunu anlıyoruz. Ya farklı dillerde okunsa idi, nasıl anlayacaktık? İslam Âlemi’nin birliği, ibadet dilinde birlik ile ne kadar da güzel sağlanmış!. Bu dili anlamaya çalışmak da bizim elimizde… Gayret güzeldir. Allah azimli, gayretli, çalışan ve haddini bilen kulunu sever. Hele ki, bildikleri ile amel edene bilmediklerini de öğretir.

Yine bir başka vaazımda bir hanım:

“-Hocam, Kur’ân’ı daha iyi anlayabilmek için meâlinden okuyorum. Bazı âyetler beni çok üzüyor. Meselâ Bakara Sûresi’nde boşanma ile ilgili bir âyette, parantez içinde, “bütün talakların bittiğini ve hülle (kadının bir başkası ile evlenip, onunla beraber olup sonra da ayrılması) yapılmadan eski kocası ile tekrar birleşemeyeceği” yazıyor. Bu konuya çok üzüldüm. Kızım, eşinden mahkeme yolu ile ayrıldı. Şimdi konuştular, anlaştılar, tekrar birleşmeye karar verdiler. Şimdi kızım, başkası ile evlenmeden kocası ile birleşemez mi? Bunu, eski eşi duysa, aslâ kabul etmez ve birleşmekten vazgeçer. Bir başka ayetin mealinde: «içkili iken namaza yaklaşmayın!» buyruluyor. Sanki içmeye izin var gibi!!! Hani içki içmek haramdı? Bir başka âyette, Allah -celle celâlühû- Ahzap Sûresi’nde Peygamber Efendimiz’e: «İstersen eşlerini boşarsın, onlardan daha hayırlı olan, ister bekâr, ister dul eşler alırsın.» buyuruyor. Hani, «boşanmak en kötü helâldi?» Nasıl böyle «birden, hepsini birlikte boşayabilirsin!..» deniliveriyor.”

Bütün bu soruları soran hanım, emekli bir öğretmendi ve gerçekten okumayı, araştırmayı seven, art niyetli olmayan bir hanım idi. Sadece meâl okurken kafası epey karışmıştı.

Meal okuyan bir başka hanım ise, bir keresinde hayretler içinde kalmıştı. Elinde dört ayrı meâl vardı ve âyetlerin her meâlde farklı farklı çevrildiğini görmüştü. Kelimeler üzerinde epey farklılıklar vardı. Meâllerde bir sürü parantez içi vardı ve buralara yazılanlar âyet mi idi, yoksa mütercimin yorumu mu, anlayamıyordu. Hepsini âyetin bir parçası zannediyordu.

 Bilinen bir gerçektir ki; aslâ bir dilin bir başka dile, birebir, aynen o dilde yazan yazarın mânâ örgüsü içinde çevrilmesi mümkün değildir. Hele ki, binlerce kelime hazinesi olan bir dilin kelime hazinesi nisbeten daha az olan bir dile çevrilmesi daha müşküldür… Hele ki, bir dilde birçok mânâya gelen bir kelimenin, hangi mânâsı ve niçin seçilmelidir? Özellikle Arapça olarak indirilmiş Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak, o pek çok mânâya gelen kelimede neyi murâd etmiştir? Bunu anlamak, ayrı bir ilim ve ehliyet işidir. Eğer tercüme eden kimse, bu mânâlar arasında Cenâb-ı Hakk’ın irâdesinin hangisi olduğunu aramak yerine, sözlüğü açıp kafasına göre bir mânâ verirse, durum daha içinden çıkılmaz hâle gelmez mi?!

Bir de meâl yazanlar, -bazen iyi niyetle, mânâ daha iyi bir şekilde anlaşılsın diye- habire parantez içine kendi yorumlarını yazarlar. Meâl okuyan kimseler de parantez içlerindeki kul yorumlarını, Allâh’ın sözü sanıp şaşkına dönerler. O zaman ciddî bir meâl problemi ortaya çıkıyor. Kişiler, dünya görüşlerine ve bakış açılarına göre Kur’ân’ı tercüme ediyorlar. Bu durum, meâllerde Allâh’ın murâdından çok, onu çevirenin görüşlerini dayatmasına dönünce birbirinden farklı tercümelerle Kur’ân meâlleri karşımızda boy gösteriyor.

Meselâ Nisâ Sûresi’nin birinci âyetinde, “Ey insanlar!.. Sizi bir tek özden (nefs-i vâhide) yaratan, ondan da (nefs-i vâhideden) de eşini (zevcini) yaratan…” buyrulduğu hâlde, bazı mütercimler, buradaki zamirlerin nereye gittiğine dikkat etmeden:

“…Onun (Âdem’in) kaburga kemiğinden de kadını yaratan…” şeklinde bir mânâ çıkarıveriyor.

Allah Teâlâ, âyet-i kerimede “kaburga kemiği” buyurmadığı hâlde, okuyucular, bir meâlde “kaburga kemiği” ile bir başka meâlde “nefs-i vâhide: tek bir öz” ile karşılaşıyor.

Bir başka âyetin (en-Nisâ, 34) meâlinde:

“Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah, insanların kimini kiminden üstün kılmıştır…” diye okurlarken bir başka meâlde aynı âyeti:

“Erkekler, kadınlardan üstündür, çünkü Allah onları birçok şeylerde kadınlardan üstün etmiştir…” şeklinde okudukları zaman şaşırıp kalıyorlar.

Ve şikâyetçi bir edâ ile:

“-Hocam, bu genelleme çok korkutucu!.. İçki içen, çalışmayan, çoluğunu-çocuğunu döven, kadının çalıştığı parayı da onun elinden alan erkekler de o zaman kadınlardan üstün konumuna gelivermiş olmuyor mu?” diye bize soruyorlar.

“-Allâh’ın esas murâdı burada hangisidir? Benim kafam çok karıştı!..” deyiveriyorlar…

“-Şimdi hangisi doğru? Kur’ân, bu kadar farklı çevrilebilir mi?!” diye de sitem ederek en doğru meâlin hangisi olduğunu öğrenmek istiyorlar haklı olarak…

Kur’ân-ı Kerîm’de sûreler ve âyetler, Allâh’ın hikmeti ve dilemesi gereği, Peygamber Efendimiz’in de Allâh’ın -celle celûlühû- takdîrine itaat etmesinden dolayı, iniş (nüzûl) sırasına göre yerleştirilmemiştir. Bu sebeple talâkla ilgili olan âyetler ya da içki ile ilgili olan âyetler veya had cezaları ile ilgili, nikâhla ilgili âyetler iniş sırası ile Kur’ân’a yerleştirilmemişlerdir. Aynı konu ile ilgili bir âyet farklı sûrede iken, bir başkası başka bir sûrededir. Meâl okuyan kişi, ilk inen âyeti okuduğu için, kendisi son emri bildiğinden dolayı şaşırıp kalabilir.

Âyetlerin birçoğunun “nüzul sebebi” dediğimiz indiriliş sebepleri vardır; meâl okuyan kişi, bu nüzul sebebini bilmediği için âyeti anlamakta güçlük çekebilir ve Peygamber Efendimiz’e Cenâb-ı Hakk’ın eşlerini boşama yetkisi vermesini bir türlü anlayamaz.

Nikâh konusu ile ilgili fıkhî bilgiler ve Kur’ân’ın bu meseleye bir bütün olarak bakışı bilinmediği için her boşanma için hulle gerektiği düşünülebilir. Halbuki, nikâhla eşler birbirine üç bağla bağlanır, her bir talakla (boşanma ile) bu bağlardan biri kopar. Üç bağın tamamı koptuktan sonra artık eşler birbirine helâl olmaz. Ancak hanımın başka birisi ile fiilî bir evlilik yapması ve bu evliliği mâkul şekilde sonlandırdıktan sonra üç talakla boşandığı eski kocası ile evlenebilmesi gerçekleşir. Buna “hulle” denir. Bu da hem erkek için, hem de hanım için hoşa gidecek bir şey değildir ve onları, evliliklerinin kıymetini bilmeye zorlar.

 Eğer bu meseleyi, biraz önce zikrettiğim gibi, sadece meâlden okuyarak öğrenirseniz, her boşanma sözü için hulle yapmanın şart olduğunu düşünür ve maalesef sonra da:

“-Âyetler beni çok üzüyor!..” diyebilirsiniz.

Bütün bu sebeplerden dolayı meal okumak yerine o âyetlerin tefsirinin okunması tercih edilmeli veya hiç olmazsa, “bir bilen” ile birlikte meâl okumaya çalışmalıdır. Böylece kafalarda sorular, âyetleri zan altında bırakan şüpheler oluşmasın!... En azından meâl okunurken kafaların karıştığı bir âyet okunduğu zaman hemen tefsire müracaat edilmelidir. Bilen bir kişinin rehberliğinde okunan Kur’ân ve tefsirin tadına doyum olmaz!.. Anlaşılamayan âyetlerden dolayı -hâşâ- Cenâb-ı Hak zan altında bırakılmadan, câhilce ağızlarımızdan çıkan kelimelerle yüce Mevlâmız incitilmeden hemen sorulup, kafalardaki karışıklıklar izâle edilebilir.

Kur’ân-ı Kerîm’i tercüme eden kimseler, birebir çevirmeye dikkat edip, yorumlarını aşağıda dipnot şeklinde koysalar, okuyan ilim severlerin, hangisi Allâh’ın sözü, hangisi mütercimin sözü gibi karmaşada kalıp tereddüde düşmesini engellemiş olurlar. Kişiler kendi düşünce ve arzularını, Allâh’ın muradının önüne koymamalıdırlar ki, bütün kâinâtı şümulüne alan ve sonsuza dek bâkî kalacak olan âyetler, güdük tercümelerle çağlar gerisine gitmesin.

Cemaatimden hanımın birisi tefsir alayım diye gidip, bilmeden, Kur’ân âyetlerindeki kelimelerin bâtınî mânâlarına dikkat çeken Muhyiddin Arabî’nin (o dönem televizyonlarda Muhyiddin Arabî’nin adını ve “Fusûsu’l-Hikem”i çok duyunca) bir tefsirini alıp gelmiş!.. Kelimelerin zâhirî, yani görünen, bilinen mânâlarını anlamakta güçlük çekerken, bir de zâhirdeki kelimelerin bâtınî (gizli) mânâları girince işin içine, kafası epey bir karışmış. Okumaktan vazgeçmiş. İlk önce örneğin Elmalılı Hamdi Yazır gibi bir âlimin tefsiri ile şer’î konulara tam vâkıf olup daha sonra tasavvufî derinliği bulunan, kelimelerin bâtınî mânâlarını anlamaya çalışan tefsirler okusa, bu onun için daha hayırlı olurdu!.. Kendisini yönlendirdik. Okunan tefsirler hususunda da çok dikkatli olunmalı, çünkü Kur’ân ve Sünnet’e muhâlif bazı bâtinî ve zâhirî tefsirler, okuyanları saptırabilir.

Kur’ân ilmi, önemli bir ilimdir ve eğitimi alınmadan özellikle tefsir usûlü, tefsirler ve özellikleri, Kur’ân’ın nüzûlü, nüzûl sebepleri vb. konular bilinmeden işin içine dalmak kafaları karıştırabilir. Allah korusun, insanın var olan inancını bile şüphelere düşürebilir. Bu ilmi, kısa vâdede ve ehlinden almak mümkün değilse, o zaman bilen kimselerle istişâre edip, bir rehber eşliğinde çalışmalar yapmak daha güzel sonuçlar verecektir. Aksi hâlde Trakyalı kardeşimizin düştüğü duruma düşülür ki; neredeyse Allâh’a kafa tutar cür’ete gelivermiştir!..

Bu sözlerim, insanlar, tek başına sakın meâl okumasın mânâsına aslâ gelmemektedir. Meâl okumak gereklidir, lâkin dikkatle seçilmiş bir meâl alınmalı, kafaların karıştığı durumlarda işi bilmeyen kimselerle konuşup başkalarının da kafasını karıştırmadan, ehline sorup hemen teferruâtını öğrenmeli ve meal okumaya bu minvalde devam etmelidir.

Kur’ân, söz konusu olunca, bilen-bilmeyen herkes bir şey söyler. Fakat bu konu, öyle pazara inmiş, tezgaha düşmüş bir konu olmadığı için insanların:

“-Yok, ben Türkçe ibadet etmek istiyorum!”,

“-Yok, efendim Kur’ân bana indi, ben onu kimsenin yardımı olmadan anlarım ve kendi kafama göre yorumlayabilirim!..”,

“-Bu âyette bir terslik var, benim kafama yatmıyor, modern düzene uymuyor, evrensel insan hukukuna, kadın-erkek eşitliğine aykırı!..” gibi cümlelerle yüce kelâmı basitleştirmeye çalışmak, hâşâ Cenâb-ı Hakk’ı, hak, hakikat ve kadın düşmanı gibi görerek, ilmî bilgiye vâkıf olmadan ucuz cümleler kurmak, kimsenin hakkı değildir, haddi de değildir. Aklımız, küllî akıl değilken, ilmimiz bütün hikmeti kavrayacak güçte, rûhumuz bu istidatta değilken, haddimizi bilmeden Gayretullâh’a dokunan bu nevî cümleler kurmaktan Allâh’a sığınırız.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle