Eskiden Bir Mahallemiz Vardı

 

Mahalle kültürümüz vardı. Köyden kente göçün yoğun olmadığı yıllarda… Mahalle denilince, öncelikle ortak bir mekânı paylaşmanın adı akla gelir. Çünkü arkadaşlık, dostluk, vefâ, komşuluk bu mahallelerde yaşanır. Dede ve nineler, çocukluk hâtıralarını anlatırken; “Mahalle arkadaşım”,“Mahalle komşum” gibi sözler ile bir mekâna duyulan vefâ ve hasreti dile getirirler.

“Osmanlı’da Âile” ve “Edep Mektebinden Hâtıralar” adlı iki kitabın yazarı olan aynı zamanda eski Türk evlerini Rölyef sanatının güzellikleriyle işleyerek günümüze sunan Haluk Senâ Arı Hanım ile mahalle yaşantımıza dair bir hasbihâl geçekleştirdik. Şimdi sizleri bu röportajımız ile farklı bir yolculuğa dâvet ediyoruz.

 

Çocukluk yıllarınızın, Üsküdar’ın bir mahallesinde geçtiğini söylemiştiniz. Mahalle deyince söyleyebileceğiniz çok şey vardır diye düşünüyorum.

Benim yaşadığım, çocukluğumun geçtiği Üsküdar’da, mahalleli birbirleri ile tam bir kaynaşma ve dayanışma içindeydi. İyi günde de, kötü günde de beraberdiler. Düğün-dernek birlikte hazırlanır, cenâze evine yemekler yollanır, gelin hamamında beraber eğlenilirdi. Bu dayanışmada, sosyal farklılık aslâ gözetilmezdi. Daha eski yıllarda, mahallenin merkezinde bulunan mescidde, vakit namazlarının sonunda cemaat hemen dağılmaz, günlük meselelere çare aranırdı. Mescidin bitişiğinde bulunan mahalle mektebinde çocuklar, âmin alayı ile eğitim hayatına adımlarını atarlar, ilk dînî bilgileri de burada öğrenirlerdi.

Mescid ve mektebin yanında mahallelinin ihtiyaçlarını temin edeceği bakkal, kasap, manav, hallaç, berber, tamirci gibi dükkânlar ve biraz ilerde de bugün “kahvehâne” denilen, o devirde ismi “kıraathane” olan, erkeklerin toplandığı mekân bulunurdu. Burada dargınlar barıştırılır, ihtiyaçlılar tespit edilir, dostluklar pekiştirilirdi. Günün muhtelif saatlerinde geçen seyyar satıcılar da mahallelinin çeşitli ihtiyaçlarını karşılardı. Esnafın gözü toktu. Gelen müşteriye; “Ben siftah ettim, arkadaşım daha etmedi!” diyerek gelen müşteriyi komşusuna yollardı.

Mahalle sâkinlerini değerli kılan, ahlâkî kıstaslardı. Dürüstlük, tevâzû, merhamet, yaptığı iyiliği unutmak, fakat kendisine yapılan iyilikleri ömür boyunca unutmamak gibi vasıflar, çocuklar yetiştirilirken mutlaka öğretilmeye çalışılırdı.

Osmanlı yerleşim tarzında, bir fakirin evi ile bir paşanın konağı veya bir memurun evi ile varlıklı bir kimsenin konağı yan yana olabiliyordu. Yani zenginlerin konağı, mutlaka lüks bir semtte olmuyordu. Mahallenin içinde oluyordu. Her iki kesim arasında bir yakınlaşma ve dayanışma vardı. Zengin de, fakir de haddini biliyordu. Fakir, zengini durmadan tâciz etmiyor, zengin de fakiri darda koymuyor, gözetiyordu. Herkes kendisini çevresinden sorumlu hissediyordu. Zengin, kendisini fakir komşusundan mes’ul sayar; çocuklarının okumasına yardımcı olur, gerektiğinde odun-kömür bile alırdı.

 

Mahallede, kabristanların “özel” bir yeri vardır, değil mi? Günümüzde mezarlar şehirlerden uzak yerlere kuruluyor. Osmanlı’da her mahallede bir mezarlık var ve sanki hayat ile ölüm birbirine kenetlenmiş gibi... Biz mezarları ne kadar uzaklara kurarsak kuralım ölüm bize çok yakın... Allah -celle celâlühû-; “Her nefis ölümü tadacaktır.” (Âl-i İmran, 185) buyuruyor.

Bu mezarlıklar, bir yerde insana âkıbetini hatırlatıyor. Sen de bir gün toprak olacaksın. “Ne verirsen elinle, o gider seninle!..” diye bir söz vardır. O mezarlıklar, biraz da sözsüz olarak bu vazifeyi görüyordu. İnsanları, her an ardından hayırla anılacak bir şeyler bırakmaya teşvik ediyordu. Aynı zamanda hemen hemen her mahallede mescid ve bir evliyâ türbesi vardı. O mübârek zâtın rûhâniyetinden feyiz alınır, ona duâlar edilirdi.

Yine bu evsafta yaşayan mübârek kimseler de toplumla iç içeydi. Bu şahıslar, o muhitin en fazla zengin olanı değil, en fazîletli, en dindar ve ahlâklı olanıydı. Topluma örnek olabilecek kimselerdi. Dürüst, ferâgât ehli ve fedâkâr kimselerdi. Mevki ve servete önem vermezlerdi. Örnek olacak vasıflara sahip oldukları için halk onların etrafında toplanır, düşüncelerinden istifade ederdi. Ama şimdi îtibar daha çok madde ve mevkiye. Eskiden bunlar geçici olarak görülmüştür. Hiçbir zaman övünme mevzuu olmamıştır. Her zaman insânî değerler önemsenmiştir. İnsan, sahip olduğu güzel vasıflar için Allâh’a şükreder ve insanlara karşı durmadan övünmez!.. Dâimâ “Allâh’ım, bunu bana nasip ettin; ayağımı kaydırma!..” diye duâ ve temennide bulunur. Hiçbirimiz, yarınımızdan emîn değiliz ve hepimiz nefis taşıyoruz.

 

Mahallede oturan her fert, komşu çocuklarından kendini sorumlu addediyormuş.

İnsan yetiştirmede âidiyet duygusu çok önemlidir. Eskiden çocuk, bebek iken âilede sevgi ve şefkat görüyordu. Anne çalışmadığı için çocuğuyla yakînen ilgilenebiliyordu. Evde dede ve büyük anne vardı. Oradan gördüğü şefkat ve ilgi, çocuğun bu âidiyet duygusunu besliyordu. Çocuklar, sadece anne ve babanın ya da âilenin değil, aynı zamanda mahallenin çocuğuydu. Komşu teyze ve amcalar, kendilerini, komşu çocuğundan mes’ul hissederlerdi. Yanlış hareketi olsa ikaz ederler, başına bir hâl gelse yardımına koşarlardı. Komşularının bu îkâzına, çocuğun annesi-babası ve yakınları:

“-Niçin benim çocuğuma karışıyorsun?” diye kızmazlardı.

Sinirlenip itiraz etmez, bunu memnûniyetle karşılardı. Çocuğun yetişmesinde bütün mahalleli söz sahibiydi. Âdeta “Sizin çocuğunuzdan ben, benimkinden siz mes’ulsünüz!” denirdi. Büyüklere hürmet öğretilirdi. Cuma günü çocuklar, büyüklerinin ellerini öperek; “Cumânız mübârek olsun.” derlerdi. Büyükleri de onları küçük bir hediye ile sevindirirdi.

Bursa’da komşu anneler bulunurmuş. Hâlâ da bulunduğu söyleniyor. Bu komşu anneler, mahalleliyi sahiplenir, çocuğun birinin ihtiyacı varsa tespit eder, kimin ne verdiğinin bilinmemesine de ayrıca dikkat ederlermiş. Komşu anne, toplanan yardımı, ihtiyaç sahibine verir. Yine düğünlerde yardımlaşmayı ve yemek pişirme işini, komşu anneler organize ederler. Güçleri nisbetinde de geline, değerli bir takı takarlar. Sünnet düğünlerinden kır gezilerine kadar pek çok dayanışma gerektiren işe de yine bu komşu anneler nezâret ederler. Onlar, hem mahallenin çocuklarından mes’ul bulunurlar, hem de ihtiyaç sahibini gidermeye yardımcı olurlar.

 

Bütün bu güzellikler (mahalle birlikteliği, komşu anneler), toplumsal dayanışmayı sağlıyor. O hâlde Osmanlı’da mahalle, toplum hayatını ilgilendiren münâsebetlerin merkezidir diyebilir miyiz?

Osmanlı döneminde mahallede ikamet edenler, esnafı, meczubu, komşusu, câmi cemaati, mektep müdâvimleri ve dergâh mensupları ile bir bütündür. Sultan II. Mahmud devrine kadar mahalleler, padişahın tayin ettiği imam tarafından idâre edilmiştir. Padişahın temsilcisi konumunda olan imam, sadece din işlerine bakmayıp, asâyişi de temin eder, vergiyi toplar, fakir-fukarayı tespit eder. Her mahallede bir “Avarız vakfı” vardır. Geliri mahalleli tarafından temin edilir. Mahalle sâkinlerince oluşturulan yönetim kurulu tarafından idâre edilen bu vakfın gelirini imam, bizzat ihtiyaç sahiplerine dağıtır.

 

Avârız vakıflarının kaynağı, yine mahallelinin bağış veya hibelerinden oluşuyor değil mi? Böylece her mahalle, kendi ihtiyacını kendisi karşılamış oluyor.

Avârız vakıfları, birçok gâyeye hizmet ederdi. Müezzin, muallim gibi bazı mahalle görevlilerinin de maaşını veren avârız vakıfları, kaldırılamayan cenâzeleri kaldırır, ödenemeyen borçları öder, mekteplerin, câmilerin tâmiri, mahalleye su getirilmesi gibi pek çok hayır işlerini de îfâ ederdi.

 

Bu kısa hasbihâl ve tatlı hâtıralar için çok teşekkür ederiz. Bizler, kısa da olsa zamanı geriye alıp o günleri bir kere daha yaşamış olduk.

Ben de çok teşekkür ederim. İslâm kültürünün ve “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” (Hâkim, II, 15) hadîs-i şerîfinin hayata tatbik edilmesinden doğmuş olan bu mahalle dayanışması, inşâallah günümüze de taşınır. Maalesef artık komşularımızla aramızda görünmez ve aşılmaz duvarlar var. Kimse yanındaki komşusundan haberdar değil!.. Bunlar, tabiî, bizim kültürümüze ve medeniyetimize yakışmıyor. Rabbim, en kısa zamanda gönüllerimize yumuşaklık, merhamet ve muhabbet lûtfetsin.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle