Sadık Peygamberim

Ümmetine sâdık, arkadaşına sâdık, eşine sâdık, çocuklarına sâdık ve sadâkatin zirvesinde bir karakter... Her şeyden önce Rabbine sâdık bir Peygamber; Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-...

Bir insan için yüreğinizde zerre kadar bile bir şüphe duymamak; “O söylerse doğru söyler, O demişse mutlaka yapar!” intibâı içerisinde olmak, nasıl zirve bir şahsiyetin eseridir!..

Öyle bir şahsiyet ki, O’nu seven-sevmeyen herkes, vakarına, sıdk ve karakterine hayran!..

Hazret-i Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün özelliklerinde olduğu gibi, sâdıklığı ile de timsal teşkil ediyordu.

O müslümanı, “elinden ve dilinden bir başkasının zarar görmeyeceği insan” (Buhârî, Îman, 4, 5) olarak târif ediyordu. Ve münafıklığın “söz verip sözünde durmama” özelliğine işaretle mü’minin, mutlakâ “sözünde duran bir insan” olması gerektiğinin altını çiziyordu.

Sözünde durmak, bir mü’min için, önce Rabbine verdiği sözleri yerine getirmek sûretiyle başlar. Bezm-i Elest’te verdiğimiz sözü tutmak, o sözün îcâbını yerine getirmek bu dünyaya gelişimizin ve mümin olarak yaşayışımızın gereğidir.

Hani Rabbimiz bize:

“-Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye buyurduğu zaman,

“-Evet, yâ Rabbi, Sen bizim Rabbimizsin!..” diye mukâbelede bulunarak, hayatımızın sözünü vermiştik.

 Allah Rasûlü’nün dâvâsı da bu sözün yerine getirilmesi ve “Allah” isminin, bu söz mukâbilinde yüceltilmesinden ibaretti.

Sadâkat ve sebat, birbirini tamamlayan unsurlardır. Sebâtsiz sadâkatin, teslim olduğunuz bir insanı, bir dâvâyı yarı yolda bırakma gibi bir neticesi olduğunu unutmamak lâzımdır. Teslimiyet ki, “neden” ve “niçin” soruları aslâ akla getirilmeden:

“-Sen söylüyorsan doğru söylersin, sen öyle istiyorsan o zaman öyle olmalı!” kabîlinden bir idrâk içinde olmayı gerektirir.

Gerçek sadâkatin içinde, zerre kadar şüphe yoktur. Mü’minin hayatını adadığı büyük dâvâ ve hizmetlerde bu denli sadâkat ve teslîmiyet, birinci şarttır. “Acaba?” sorusu akla düştükten sonra, hizmette yol alınamaz.

Rasûlullah Efendimiz ve bütün peygamberler, rûhlarındaki saflığın, kalplerindeki rikkatin ve selîm fıtratlarının gereği, îmanlarında hiçbir zaman şüpheye düşmemişlerdir.

İbni Abbas’dan şöyle rivayet edilmiştir:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mîrac’da Mescid-i Aksâ’ya götürüldüğünde Allah Teâlâ bütün peygamberleri orada topladı. Cebrâil -aleyhisselâm- ezân okudu, kamet getirdi. Peygamber Efendimiz’e:

“-Yâ Muhammed! Geç öne, bunlara namaz kıldır.” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- namazı bitirince Cebrâil -aleyhisselâm- :

“-Senden evvel gönderdiğimiz peygamberlerden sor ki, Biz Rahman’dan başka ibadet olunacak ilâhlar yapmış mıyız?” (ez-Zuhrûf, 45) meâlindeki âyet-i kerimeyi okudu ve:

“-Yâ Muhammed! Sor bakalım.” dedi. Efendimiz de:

“-Sormam; çünkü şüphelenmiyorum.” buyurdu.

İşte tevhid budur. İşte tevhid akîdesi, yani îman ve îtikad buna denir. Ve işte sadâkat ve sebat budur.

Peygamber Efendimiz, ashabı ile olan münasebetlerinde sahip olduğu sadakat anlayışını, onların rûhlarına âdeta nakış nakış işliyordu. Çünkü getirdiği dâvâya büyük bir teslimiyet ve sebat gerekiyordu.

Efendimiz’le Habbab bin Eret’in arasında geçen şu konuşma, teslîmiyetin ehemmiyetini ne kadar güzel anlatır:

 Mekke’de kendisini koruyacak kimsesi bulunmayan Hazret-i Habbâb’a, müşriklerden Esved bin Abdiyağus da işkence yapardı. Habbâb bin Eret anlatıyor:

“Müşriklerin, en ağır işkencelerine uğramış bulunuyorduk. Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gittik. Efendimiz, Kâbe’nin gölgesinde, mübârek kaftanını yastık edinerek ona dayanmıştı.

Müşriklerden çektiklerimizi kendisine arz edip dedik ki:

“-Yâ Rasûlallah! Yüce Allâh’a, bizim için duâ et! Bizim için Allah’tan yardım dile! Yâ Rasûlallah, bizi, dînimizden döndürmelerinden korktuğumuz şu kavme karşı, bizim için yüce Allah’tan yardım diler misiniz? Bizim için, Allâh’a duâ eder misiniz?

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, hemen yüzünün rengi değişti. Yüzü, al al olduğu hâlde doğrulup oturdu. Buyurdu ki:

«-Vallâhi sizden önceki mü’minlerden bir kimse yakalanır, kendisi için yerde bir çukur kazılır, o kimse, o çukura, dizlerine kadar gömülür, sonra bir testere getirilip, başının üzerine konulup biçilerek ikiye bölünürdü de, bu işkence, onu bile dîninden dördüremezdi!

Yâhut onun kemiğinin üzerinden eti ve siniri, demir taraklarla taranır, kazınırdı da yine bu işkence, kendisini dîninden döndüremezdi!

 Allah’tan korkunuz! Hiç şüphesiz, Allah, sizin için fetih ihsân edecektir! Vallâhi, yüce Allah bu işi, muhakkak tamamlayacak. Bu iş, muhakkak tamamlanacak! Bu işin hükmü, muhakkak yerine getirilecektir!.. Hattâ hayvanına binmiş bir kimse, San’a’dan Hadramût’a kadar gidecek de, yüce Allah’tan başka, bir şeyden korkmayacak! Ancak koyunları varsa, onlar hakkında kurt saldırmasından endişe duyacaktır. Fakat siz, acele ediyorsunuz!» (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 29; Ebû Dâvud, Cihad, 97/2649)

Bundan sonra, Rasûlullah Efendimiz sırtımızı okşadı ve duâ buyurdular. Rasûlullah’ın rûhlara şifâ olan bu latif, güzel sözleri, acılarımızı dindiriverdi.”

Efendimiz’in bu denli vurucu bir misalle cevap vermesi, sadâkat ve sebâtin ne denli mühim bir husus olduğunu ortaya koymaktadır.

Ahzâb Sûresi’nde Rabbimizin buyurduğu şu âyet-i kerîme, sadâkatinde sebat edenlere mükâfâtı müjdeliyor:

“Çünkü Allah sadâkat gösterenleri sadâkatları sebebiyle mükâfatlandıracak, münâfıklara -dilerse- azap edecek yahut da (tevbe ederlerse) tevbelerini kabul edecektir. Şüphesiz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.” (el-Ahzâb, 24)

Sadâkat, ulvî bir sıfattır ve o nübüvvetten sonra en yüce makam, en büyük bir pâyedir. Bu makamın en büyük temsilcisi olan insan da Hazret-i Ebûbekir’dir. O, Efendimiz’e sadâkatinin sebebini şöyle açıklıyor:

“-Benim gözlerimi doğruya O açtı; o hâlde dâima O’na sâdık olmalıyım.”

Kendisinin hidâyetine vesîle olan kimseye sadâkat... Kendisini uçurumun kenarından kurtaran vesîleye sadâkat...

 Yine Ahzâb Sûresi’nde Rabbimizin övgüsüne mazhar olan mü’minler, Rab’lerine verdikleri sözü, canları pahasına tutan erler olarak tarif ediliyor:

“Mü’minler içinde Allâh’a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehidliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.” (el-Ahzab, 23)

Ashâb-ı kiramın kastedildiği bu âyet-i kerîmedeki erler, Peygamber Efendimiz’le beraber hareket etmenin sorumluluğunu yerine getiren öncü mü’minlerdi. Rasûlullâh’ın beraberinde herhangi bir savaş yaparlarsa, sebat edip şehid oluncaya kadar çarpışmaya azmetmişlerdi. Bunlar Osman bin Affan, Talha bin Ubeydullah, Said bin Zeyd, Hamza, Mus’ab bin Umeyr ve Enes bin Nadir idiler. Efendimiz’le birlikte savaşa iştirak edip adaklarını ödediler. Hazret-i Hamza, Mus’ab bin Umeyr ve Enes bin Mâlik’in amcası Enes bin Nadir gibi bazıları, sözlerini yerine getirip şehid oldular. Şehid olmayı bekleyenler ise, Hazret-i Osman ve Hazret-i Talha gibi sonradan şehid olanlar idi.

Ashâb-ı kirâmın en canlı sadâkat misallerinden birisi de Hazret-i Hubeyb idi. Müşrikler, onu bir baskınla esir etmişler ve Mekke’de idam etmek üzere başına toplanmışlardı. O sırada müşrikler, kendisine:

“-Ne dersin, şimdi O peygamber burada olsa idi de, senin yerine O’nu öldürseydik daha iyi olmaz mıydı?”

Tüyler ürpertici bu teklife karşı, Hubeyb kendisini tarihin şanlı defterine kaydettiren şu cevabı vermişti:

“-O’nun benim yerime öldürülmesi şöyle dursun, O’nun ayağına Medine’de bir diken batacağına, benim gibi binlerce Hubeyb fedâ olsun!..” (Vâkıdî, I, 360; İbn-i Sa’d, II, 56)

Uhud’un en karışık zamanıydı. Savaşın en şiddetli vaktinde toprağa düşenler arasında Hazret-i Sa’d bin Rebî de vardı. Tam şehid olacağı esnada, kendisine Allah Rasûlü’nden selâm getirip hâlini soran sahâbîye şöyle demiştir:

“-Git, arkanda bıraktıklarına söyle!... Eğer göz açıp kapayıncaya kadar nefesleri olur da bu müddet zarfında Allah Rasûlü’ne herhangi bir şey olursa, âhirette iki elim yakalarındadır!..” (Muvattâ, Cihad, 41; İbn-i Abdilberr, İstiâb, II, 590)

İşte sadâkât... İşte sadâkatte sebat...

Allah dostlarından Ebubekir Şiblî Hazretleri ile ilgili nakledilen şu hâdise de sâdık dostun nasıl olması gerektiğini anlatması bakımından ibret vericidir:

 Ebû Bekir Şiblî, hâdiselere ibretle bakan bir hikmet ehliydi. Vermek istediği bir mesajı, bazen hikmetli bir vak’ayla nazarlara takdim eder; düşünmeyi te’mine gayret gösterirdi. Bir gün dostlarına sordu:

“-Beni ciddi olarak seviyor musunuz?”

Hep birlikte cevap verdiler:

“-Efendimiz, bunu sormanız bile bize ağır geliyor. Şüpheniz mi var sarsılmayan sevgimizden?"

Bu defa eline geçirdiği odun parçalarını dostlarına doğru fırlatan Şiblî, dostlarının:

“-Bu adam aklını oynattı galiba?!” diyerek birer-ikişer uzaklaştıklarını gördü. Tekrar sordu:

“-Ey benim sarsılmayan dostlarım; nereye gidiyorsunuz böyle birer, ikişer?”

Dediler ki:

“-Nereye olacak, evlerimize!”

“-Hani beni seviyordunuz!.. Niye terk ediyorsunuz?”

“-Efendimiz, siz bize fırlattığınız odunlarla başımızı, gözümüzü yaralayıp bize sıkıntı verdiniz. Bu durumda artık yanınızda duracak hâlimiz kalmadı.”

Şiblî mütebessim:

“-Geliniz, geliniz. Ey benim sahte dostlarım!..” dedi ve ilâve etti: “Dostluğun şanı odur ki, dostundan zarar da gelse, sineye çekecek; acı da gelse rızâ gösterip terk etmeyecek!.. Siz benim hakiki dostum olsaydınız, bende rahatsız edici bir tavır görülünce sabreder, ıslahıma çalışırdınız, terk etmeyi tercih etmezdiniz...”

Böylece imtihanı kaybeden dostları, yine çevresine toplandılar. Vaaz ve nasihatlerinden istifadeye çalıştılar. Dostluğun şartını da böyle fiilî bir örnekle, bizzat yaşayarak unutulmayacak şekilde öğrenmiş oldular.

Peygamberlerin sadâkati, ashâb-ı kirâmın sadâkati, Allah dostlarının sadâkati... Hâsılı ne şart olursa olsun, sağlam ve sarsılmaz bir sabır ve sebat üzerine binâ edilen bir sadâkat...

Sadâkatimiz, ne teklif edilirse edilsin ya da ne gibi bir sıkıntı ve zorlukla denenirse denensin, sarsılmayan bir sadâkat olmalı... Değil mi? Peki, Peygamber Efendimiz’e ve O’nun tebliğ ettiği dîne sadâkatimiz de bu kadar sâdık mı gerçekten?!

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle