Hüdâyi’de Son Ders

Aziz Mahmud Hüdâyî Kız Kur’ân Kursu’nda üç ay süren Mesnevî sohbetlerimizin sonuncusunu yaptık. Üç ayda beş hikâye, on ders.

1-Padişah ile câriye, Mesnevî’nin ilk hikâyesi…

2-Üç şehzâde, Mesnevî’nin son hikâyesi…

3-Diriliş hikâyesi…

4-Hazret-i Âişe’nin yağmuru…

5-Şeyh Dakûkî, Mesnevî’nin en uzun hikâyesi…

Her hafta bendeki ârâm-ı dile (gönül huzuruna) mukâbil, onlardaki ârâm-ı dil. Kısa sürede aramızda oluşan ortak lisân. Bütün samimiyetimle ayaklarına serdiğim, gönüllerine açtığım umut ırmağıma teveccühle eğilişleri. Salkım söğütlerim, yaseminlerim, mine çiçeklerim, hanımelilerim, çınar ağaçlarım, yediveren güllerim benim... 

Elbet, her öğrenciye aynı hissiyatla, aynı temiz gayretle ders verir öğretmen…  Farklılığı oluşturan, Hazret-i Mevlânâ’nın defalarca, ısrarla, kuvvetle söylediği gibi, muhatapların hissiyât ve gayretleri oluyor. Öylesine münbit duruyorlardı ki karşımda, çok ağır meseleleri bile rahatlıkla paylaşıyordum; hep birlikte uçup geçiyorduk, adını koymadığımız bir denizin üzerinden.  Gruplar hâlinde, denizin bir karış üstünden, hızla uçup giden su kuşları gibiydik. Hamdolsun…  Zaman zaman bazılarının, denizde yüzerken derinlere dalıp başka bir yerden ağzında balıkla çıkan su kuşu gibi, Cenâb-ı Hakk’ın marifet deryasında tecellîlere vâkıf olup tekrar su üstüne çıktıklarını fark ediyor, gizlice sevinip şükrediyordum.

 “Şâhid olsun aşkıma arz u semâ”

(Şeyh Gâlib)

“-Haftaya son ders. Her birinize hâtıra kabîlinden, Mesnevî’den bir beyit getireceğim inşâallah..” deyişime karşılık, büyük bir kadirşinaslık göstererek hikâyemize muhteşem bir final yazdılar. Avludaki çınar ağacının dallarında, rüzgârla birlikte semâ eden kâğıt semâzenleri gördüğümde, akşama dair bir şeyler hissetmiş, heyecanlanmış; “Umarım beni şaşırtırlar!..” diye duâ etmiştim. Birlikte çay içip kek yemekten daha fazlasını hak ediyordu aramızdaki münâsebet…

 Çınarın altında hasırlar… Onları çepeçevre saran sıralar… Allah’tan, gözlerim bozuk ve gözlüklerimi de minik kızım kırmış, o sıraları dolduran sevgi dolu yüzleri görseydim çok ağlayacaktım, durduramayacaklardı.

Çınar ağacının altında, kesinlikle bizzat Hazret-i Mevlânâ’ya lâyık bir yer hazırlamışlar. Kesinlikle, dedesinin tahtına yaramazlıkla, sevimlilikle, dedesinin müsâmahası ve babacanlığıyla geçip oturmuş minik bir çocuk hissiyatıyla ucuna iliştim o makamın… Lâyık olmayanların lâyık görenlere; “Beni, sizlerin hüsn-i zannına bağışlasın!..” duâsı kalbimde. Hazret-i Mevlânâ’nın benzetmesiyle, içi yün dolu dev bir aslan kuklasına, kral muâmelesi yapıyorlardı. Şu farkla ki, gerçek aslanı tanıyordu onlar… Ben orada o aslanın himmetiyle nefes alıyordum. 

Ortayı, öyle boş bırakmışlardı ki, semâ edesi geliyordu insanın. Kendimi zor tuttum.  Ama ney ve def ile başlayan ilâhîler karar bırakmadı. Baş kesip çıktım meydana. Selâmlama yürüyüşü. İlâhî bitti. Baş kesip çıktım meydandan… Israr ettiler. Kısa bir semâ... Öyle o çınar ağacının altında… Eskiden orada olan fıskiyeli havuzun yerinde, döndüm. Öyle yavaş ve kadınlara has usûl ile… Küçük kızımın evde yapmanın alışkanlığı ile beni takip edişi, her kalbi titretecek kadar muhteşemdi. Hamdolsun…

Tennûreleri ve sikkeleri ile iki güzel insan, sema’a durdular. Hepimiz, o an, nereye savrulduğumuzun farkındaydık.

Olduğum gibiydim… Dedim ya, gözlük de olmayınca karşımda duranlar, uzak bir denizden ibaretti. Dalgaları kıyılarıma vuran, gözyaşları içime dolan, kokusu genzimi yakan ayrılık denizi… Hüzünden gurura geçiş yoktu, yokluyordum içimi.

Onların semâına iştirâk etmek istedim. Arkamdaki arkadaştan benim boyuma uygun ferâcesini aldım, giyip yakamı tuttum, kollarımı açmadan. Son dönüşte postnişînin, kâmil insanın dönüşünü temsil etmek istedim. Küçük kızım müsaade etmedi. Uslu uslu itaat ettim, ama semâ bitince durumu izah ettim. Kemâlâtın farklılığına çok mübârek bir örnekti çünkü. Sonra Farsça bir şiir Mesnevî’den…  Farsçası Tâcik kızımızdan. Bana, etiketlemeyi hatırlattı. Hemen mikrofonu alıp yazdım adresi: Hocamız -sellemehullâh-, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Allah -celle celâlühû-...

Slaytlar… Hep birlikte başlayıp bana terk edilen “aşkından dolanıyorum”, “yan yüreğim yan”, “yanar yüreğim, dumanım tütmez” deyince “vay!” diyen Fâtıma…

 Ve hediyeleri:

 Papatya ve hüsnüyusuf demeti… Nasıl da hissediyordu insan, hiç bilmediği hâlde, bazı şeyleri. Bilmiyorlardı bu iki çiçeğin bendeki mânâsını. Bu hoş tevâfuk da ayrı bir lütuf idi. Ben biliyordum…

Son derece zarif bir kutuda, zarif bir ayna. Mesnevî dilinden konuşmuşlar. Hazret-i Yusuf’a ayna getiren dostu örnek almışlardı. Yazdıklarını okurken onlar nâmına çok mutlu oldum. “Hürmet eden, hürmet bulur”du çünkü. Bana değildi teveccühleri, “makam”a idi. Ve “makam” kadirşinaslığı severdi.

Önümde sıraladıkları minik zarflar dolusu öğrenci mektupları ise, gecenin tâcı oldu. Beni on ikiden vurmuşlardı. Rengârenk onlarca mektup… Bilhassa yabancı talebelere karşı, takatimi zorlayan derin bir müstakbel hasret. Sevgili Azerîlerimi öyle uzun zamandır özlüyorum ki… Kırgızlarımı, Kazaklarımı, Tâciklerimi de özleyeceğimi bilmek, “Bana sabr-ı cemîl düşer!” dedirtiyor.

Ders sonrası sunduğum beyitler önüme getiriliyor tek tek, ufak izahlar… Beyitler -ki yüze yakın idiler- yetişmemişti ve bir-iki gün içinde evine dönecekler vardı.  Getirdikleri kâğıtlara yeni beyitler yazdım. S’lerim mesud kuğular gibi salındılar. Y’lerim kıvrıldılar nazlı çiçekler gibi... Eve dönme zamanı gelmemiş olsaydı öylece çınar ağacının altında sabahlardık. Çaylar soğurdu, tabaklar biterdi.

Bir daha aslâ görüşemeyecek olmak ne acı, ne tahammül-fersâ!

“Üç derdim var, birbirinden sıralı;

Bir gurbet, bir ayrılık, bir ölüm.”

 Gönül kulağımda; “Biz, sizin sadaka-yı câriyeniziz!..” sesi. “Mesnevî’yi okumaya devam edeceğim.” sesleri. Tesellî, ümit…  Başka bir şehirde, o saatlerde, hadîs-i şerîf icâzeti alan dostların gönülleri yanımda... Onlardan yansıyor bütün bu terbiye, usûldeki güzellik, incelik… Hocalarının pırıl pırıl gönül aynalarında zarafeti okuyan bu çocuklar, Allah bilir ya zâyî olmayacaklar. Usta mâhir, çırak müstaîd (istidatlı).

Hazret-i Mevlânâ’nın has gönül meyvesi olan muhterem Hocamızın avuçlarına bırakıyorum, bu aziz hâtırayı... Gayretleri, inâyetle desteklensin diye teveccüh diliyorum zamanın Mûsâ’sından:

“Bizim hiç birimizi Mısır’da bırakma. Firavun’dan kurtar. Bize Tûr-i dil’den ateş getir, ey Allâh’ın velîsi!..”

……..

 Aynanıza hâlâ bakmadım canlar…

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle