Nakış Nakış İstanbul

İstanbul’u gezmek, çok iyi te’lif edilmiş bir kitabı okumaya benzer. Öyle bir kitap ki, müşterek bir vicdan tarafından asırlar süren bir gayretle her harfine özenilerek yazılmıştır. Ve fakat öyle bir kitap ki, zaman geçtikçe âşinâsı azalmış, şîrâzesi dağılmaya yüz tutmuş, her biri başlı başına birer sanat eseri olan bazı âharlı sayfaları hoyratça kopartılıp yerine ucuz kırtasiye malzemesi sayfalar eklenmiş, bazı sayfaları da öylece çürümeye terk edilmiştir. Birçok yeri de kıymet bilmez nesiller tarafından çocukça heveskârlıklarla karalanmıştır. Ama bütün bunlara rağmen hâlâ okunabilen eski sayfalarından sayısız güzellikler akseden bu kitabı okuyup bir köşeye koyduğunuzda bir müddet sonra tekrar okumak istersiniz ve her okuyuşunuzda daha önce fark etmediğiniz ayrı güzellikler keşfedersiniz.

İstanbul sokaklarını her gezişimde, kimi ağlarken kimi gülen, kimi hasretle iç çeken, kimi vefakâr bir elin kendisine uzanmasını beklerken kimi de nâehil ellerin müdahalesiyle yıpratılmış, ama eski güzelliğinden hâlâ çizgiler taşıyan eserler görürüm. Bunlardan bir kısmı unutulmuşluğun kurbanı olarak yok olmaya yüz tutmuş, bir kısmı benliğinden koparak başkalaşmış ve değişen hayata böylece tutunmayı tercih etmiş, diğer bir kısmı da eksilen veya aslını kaybeden uzuvlarıyla mâlülen idâme-i hayat etmeye mahkûm olmuştur. Aralarından pek azı ise mesuttur. Nasıl olmuşsa kendisine ehil bir el değmiş, vefakâr gönüller tarafından ihyâ edilerek tarihten beri edegeldiği hizmetine devam etme veya aynı kıymete sahip bir başka hizmet sahasında aslını koruyabilme saadetine ermiştir.

Hemen hemen bütün İslâm şehirlerinde olduğu gibi, İstanbul’da da tarihten kalmış bu eserlere baktığımız zaman bunların tamamına yakınının cemiyet hizmetine vakfedilmiş “hayır eserleri” olduğunu görürüz. Hattâ bu sebepten denilebilir ki, İstanbul bir “vakıf şehir”dir.

Peki, İstanbul gibi dünyanın belki de en zengin tarihî hazinesine sahip bir “vakıf şehir” üzerinde yaşayan insanlar için bu şehir ne ifade eder? Her gün milyonların çiğneyip geçtiği, ancak rûhundan pek az kişinin haberdar olduğu bu şehir, bu denli vefâsızlık ve bîgânelikten hiç mi azap duymaz? Bu şehirde yer alan paha biçilmez kıymetteki hayır eserlerini ve toplumun ahlâkını ayakta tutan mâbed merkezli mahalle hayatının süregeldiği bahçeli-avlulu İstanbul konaklarını, kabarık endüstriyel iştahlarla bir hamlede yutup yerine zevksiz, ruhsuz apartmanlar, otoparklar, yırtıcı tüketimin revaç bulduğu alışveriş merkezleri kusan bir nesil, ne kadar İstanbulludur? Olur olmadık her yere asfalt yollar açıp şehrin târihî dokusunu ve onunla birlikte nefes alan bir hayatı hiçe sayarak her köşeyi gürültülü, kirletici ve geçip gittiği sokaklarla irtibatı sadece ticarî güzergâh veya transit geçişten ibaret araçların trafiğine açan tahripkâr eller, bu şehrin ruhundan ve İstanbul’u İstanbul yapan vasıflardan ne kadar haberdardır?

İstanbul’un âşinâ ve vefakâr gözlere, gönüllere ihtiyacı var. Birbirine günbegün yabancılaşan ve mânevî buhranları artış gösteren insanları, hızla tahrip edilmeye devam eden eşsiz tabiatı ve içinde nefes alıp verdiği atmosferin neredeyse tamamen değişmesiyle içi boş birer taş yığınından ibaret kalma tehlikesiyle yüzyüze olan tarihî eserleriyle İstanbul, ancak kendisine âşinâ gönüllerin çoğalıp kuvvetlenmesiyle İstanbulluluğunu koruyabilir. Dünya üzerindeki şehirlerin tek tipleşip pazarlanabilir bir metâ hâline dönüştürülmeye çalışıldığı bu dönemde, sadece turistik endişelerle yapılan restorasyon faaliyetleri mevcut mimarî eserlerimizi koruyabilme kuvvetine ne kadar sahip? Kurnasından latîf memba suları akmayan bir sebîl, revakları altında ilim tahsili yapılmayan bir medrese, hücrelerinde rûhî terbiyenin yollarının aranmadığı bir tekke, ocaklarında fukara için kazanların kaynamadığı bir imârethâne sadece şeklen restore edilmekle günümüze taşınmış sayılabilir mi?

Diyeceksiniz ki, ne kadar kara bir tablo çizdin önümüze!.. Hiç mi umut ışığı görünmüyor? Elbette ki bu hâl-i pür-melâlimiz kapkara bir tablodan ibaret değil. Hâlâ hayatta olan ve diğer uzuvların ihyâsına müncer olabilecek öyle bir kuvvet var ki elimizde! Bir kuvvet ki, rûhumuzun mîrâcı… Bir kuvvet ki, dînimizin direği… Yani bir kuvvet ki, adı: “Namaz”...

“-Nasıl yani?” diyeceksiniz belki… Şöyle ki:

Bu ülkede (çoğu zaman küçümsenen) câmi cemaatinin kuvvetle koruduğu şey, sadece kendi namazından ibaret olmamıştır. Câmi cemaati sayesindedir ki, birçoğu câmi merkezli birer külliyeden ibaret olan tarihî eserlerimiz, büyük ölçüde varlığını devam ettirebilmiştir. Diğer uzuvları âtıl kalsa da bu bünyelerin kalbi mesâbesindeki câmiler sayesinde hayat ümidi kaybolmuş değildir. Dinimizin direği olan namaz, inşaallah modern zamanların depremleriyle sarsılan dindarlığımızın da direği olarak, faydası iki dünyayı da gözeten mevcut hayır eserlerini ihyâ etmemize ve kaybolmaya yüz tutmuş bir hayatı tekrar kurabilmemize imkân sağlayacaktır. Bu, hem geçmişimize[1], hem kendimize, hem gelecek nesillere ve hem de yaşadığımız mekâna karşı bir vefâ borcudur.

Var olan güzellikleri koruyup kurtarmak, öncelikle onları bilip tanımakla mümkün olur. Bu sebeple üstümüze düşen vazifenin bir kısmını îfâ sadedinde bu sayfalarda İstanbul’un mânevî atlasını oluşturan mimarî eserlerimizden en azından bir kısmını konu almayı gerekli bulduk. Bu eserler içerisinden, dergimizin de öncelikli hitap alanına uygun olarak, tarihte hayırsever kadınlar tarafından kurulagelmiş vakıf ve hayır eserlerini işlemeyi uygun gördük.

Osmanlı tarihinde vakıf kurmuş hanımların sayısı bazı araştırmacılar tarafından 2.309 olarak tespit edilmiştir. Bunlardan 1.044 tanesinin vakfiyeleri, Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivinde tespit edilmiş durumdadır.[2]

İnşaallah bundan sonraki sayılarımızda İstanbul’un kadın rûhu ve hassasiyetiyle nakış nakış işlenmiş ve bir kısmını henüz bizim de keşfetmediğimiz güzelliklerini arayıp bulmaya ve burada sizlerle paylaşmaya çalışacağız.

 

[1] İslâm ahlâkını konu alan klâsik eserler, kul hakkını zaman cetveli üzerinde üç kısma ayırırlar: Geçmiş nesillerin üzerimizdeki hakkı, şimdiki nesillerin üzerimizdeki hakkı, gelecek nesillerin üzerimizdeki hakkı…

Geçmiş nesillerin üzerimizde bulunan hakları, öncelikli olarak onlar tarafından kurulmuş vakıfların ve hayır eserlerinin devamlılığını ve ihyâsını sağlamak sûretiyledir.

[2] İbrahim Ateş, Tarihimizde Vakıf Kuran Kadınlar, Tarihî Araştırmalar ve Dökümantasyon Merkezleri Kurma ve Geliştirme Vakfı Yayınları, Ankara, 1990, sh. 16.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle