Dervişim Der ki

Yok, ben yolda gitmem, yol, elbette “ben”de gider.

Bu can cansa, bu yola, şüphesiz bende gider.

 

Bu da artık yola revân olacaksın demektir. Yol hâli… Başına her iş gelebilir. Bir kurala uymadığın için cezâ yiyebilir, hatâlı sollayan bir kamyon sebebiyle kazâ yapabilir, dalgınlıkla birinin devrilmesine sebep olabilirsin. Tabiî, kazasız belâsız yolu tamamlaman, kendini hür ve mesut hissederek hedefe varman da mümkündür. Dervişim, bunu hep acıklı bir tebessümle karşılar ve der ki:

“-Senin tedbirin ancak, Allâh’ın takdirine uygun düşerse işe yarar. Bunun dışında, olacak olur ve en usta şoförlerin adı bile olmadık bir kazaya karışabilir. Ey sâlik! Ayağının kaydığı yerde tutun ve toparlan! Yiğit düştüğü yerden kalkar, unutma! Düşe kalka da olsa, yolda ol. Olmayacak bir sapağa girmişsen, çıkmayı da bil!..”

* * *

Öncelikle dile getirmeliyim ki, acemîlik pek zordu. Rampayı uzaktan gördüğümde bile sıkıntıya girer, “Ya araba birden bire stop ederse! Ya tekrar kalkamazsam! Ya arkaya kayar da arkamdakine zarar verirsem?” diye soğuk terler dökerdim. Şimdi öyle mi? Ustalaştıkça bu tip korkularım azalıverdi. Dervişim de buna şöyle mânâ verdi:

“-Gördün mü bak, zamanla yokuşlar düz oldu. Korkularının çoğu, umuda döndü. Umutların daha hızlı ilerlemeni sağlayacak!.. Sıkılma. Aynı acemîlikleri vaktiyle herkes yaşadı, yaşıyor, yaşayacak.”

* * *

Yolun da kendine göre, elbet derdi, yükü var. Arabanın benzini, yağı tükenecek; suyu bitecek. Tekeri patlayacak, camı kırılacak. Bujisi eskiyecek, jant kapağı parçalanacak… Plâka çerçevesi kırılıp düşecek. Egzoz borusu tıkanacak. Aynasına birileri çarpacak. Sen evine çıkmış uyurken, geçen biri, duran arabanın kenarını-kıyısını çizecek. Hiçbir şey olmasa, tam da yıkattığın ilk saatler içinde, gökten geçen bir kaç kuş, arabanın ön camına pisleyecek… Yani olacak bir şeyler… Yol hâli bu, yol! Dervişim, bunu duyunca içli içli söylenir:

“-Sâlikin de hâli, işte böyle. Yola tâlip olur olmaz başlar imtihanlar. Ne nîmetsiz külfet, ne de külfetsiz nîmet var. Tâ ki yolun sonu kabre varana kadar…”

* * *

Bütün bunları tefekkür ederek, arabanın anahtarını cebime atar, evden çıkarım. Eğer çalınmamışsa ve hâlâ kapıda beni bekliyorsa; tekeri bir çiviye kurban gitmemiş, havası inip yere yapışmamışsa; içerideki kavanoz poşeti, bir aklı kıt hırsız tarafından “hazine” zannedilmemiş ve bu sebeple arabanın arka camı yerle bir olmamışsa, yani araba, sağ-sâlim yerinde bekliyorsa, “Bismillah!..” der, kilidini açarım. Belki diyeceksiniz ki; “mâdem o kadar risk var, alarm taktır!..” Ama bence o daha da riskli. Şöyle ki: O saf alarm, olmadık saatte, çarpan topu ve üstünde gezen kediyi bile “hırsız” sanıp, velveleci kadınlar gibi bağırmaya başlayınca, bütün mahallelinin boş yere başı şişiyor. Gece boyu sancı çekip, sabaha karşı uyuyakalmış olan yaşlısı, hastası, bebesi, o alarmı taktırana helâlinden küfrediyor. İşte bu sebeple, arabayı önce anahtarla, sonra da duâ ile kilitlemeyi düstur edinmişliğim vardır. Duâ şudur:

“Bismillâhi hasbiyallâhu tevekkeltü alallâh, lâ havle velâ kuvvete illâ billâh!”

Ohh! Emâneti sahibine teslim ettikten sonra, daha ne diye düşüneyim? Lâkin Allah dilemedikçe kimsenin zarar da, fayda da veremeyeceğini bilmekle beraber, elbette her iki durumda da sebebin hakkını yemem. Hiçbir şeye gücüm yetmese, duruma göre gıyâbında edeceğim “bed” ya da “güzel” duâlarla hak ettiğini ikram ederim. Bile bile kuralları çiğnemiş ve böylece kendi ipini çekmiş olanlar için, kim ne yapabilir?! Bunu seyreden dervişim der ki:

“-Sen sadece emanetçisin. Teslim edeceğin yeri bilir ve bu teslimâtı, ihlâsla yaparsan, elbette her durumda, neticesi sürûr olur. Nâhoş ve kederli durumları da rızâ ile atlatmaya azmet!”

* * *

İlk iş, anahtarı yerine takıp çevirmektir. Vitesi boşta değil de beşte bıraktıysam, araba cezbeye gelip bir güzel zıplar, kendime getirir beni. Belki de siz şimdi, “Hadi artık, çalıştır şu arabayı da çık yola!”diyorsunuz; ama araba, aküsü bitivermemişse çalışır. Değilse, şöyle, can çekişircesine sesler çıkartarak, tam işe yaramasını beklediğiniz yerde, sus pus olur. İşte orada dervişim umûmî bir duâ eder:

“-Müridânın aküsünü bitmekten koru Allâh’ım. Koru ki, onlardaki kalp kilidini, hayır anahtarıyla açmakla vazifeli mürşidin işi, temelli zorlaşmasın. Âmîn.”

* * *

Allâh’a, bana lûtfettiği bu binek için şükreder, gönlümü ona bağlamaması için yalvarırım. Bir yandan da yoldan gelip geçenlere ezâ olmasın, hem birileri çarpıp kırmasın diye içeri kıvırdığım dikiz aynasını açarım. O, küçük, ama çok önemli bir parçadır. Arkadan geleni görebilmeniz, sollama ve sağlama yapabilmeniz, o aynalarla mümkün olur. (“Sollama”yı anladım da, “sağlama” ne oluyor derseniz, biraz aşağıda anlatacağım.) Îcap ettiğinde, bir sağa, bir sola geçerek yol almaya, “makas yapmak” denildiğini, eski şoförlerden öğrendim. Yol müsaitse ve çevredeki diğer sürücüleri tedirgin ve huzursuz etmiyorsanız, pek de zevkli bir iş; fakat görebildiğim kadarıyla, hızlı düşünebilen, zeki, cesur, biraz da çılgın adam işi… Tam böyle düşünürken dervişim der ki:

“-Makas yapacaksan, sağını-solunu üzmeden yap ki, seyredip hayranlıkla tebessüm etsinler. Zira ancak bu şekilde, uzun yolu, daha kısa sürede kateder ve diğerlerinden çok önce menziline varırsın. Bunu yapabildiğin için kıskananlar, kızanlar çıkabilir. Sen sadece, kuralına uygun yapıp yapmadığına bak. Gerisi senin, lûtfedilmiş istîdâdın... Frenlersen vebâl olur.”

* * *

Fren demişken aklıma geldi. Bazen, sol şeritte hızınızı almış giderken, sağdan bir kamyonet önünüze geçiverir. Sinyaliyle haber vermişse, zaten selektör yakar, “Geçme, hızlı geliyorum!..” dersiniz; ancak onu da anlayan ya çıkar, ya çıkmaz. Yol hâli bu, aynı dili konuşan var, konuşmayan var. Şîvesi değişik olan var, olmayan var. Anladığı hâlde anlamazlıktan gelen var, gelmeyen var. Freni sağlam olan var, kopmuş olan var. Hâsılı aynı yolda sizinle beraber gitmekte olan kırk çeşit şoför var. Kiminin zekâsı seksen, kimininki yüz yirmi. Kiminin siniri alınmış, kimininki katmerli… Kimi dalgın, kimi uyanık… Kimi hakkını ve haddini bilir, kiminin sözlüğünde bile yazmaz, bu ikisi… E ne olacak o zaman? Söyleyeyim: Selektörünüzü umursamayıp önünüze geçen adama şüphesiz, (en iyi ihtimalle, bildiğiniz en kibar kelimeleri kullanarak) kızacaksınız. Neden en kibar? Çünkü râbıtalısınız. E râbıtalı adam, ağzını bozar mı? Yalan yok, bazen bozar. Çünkü hız kesen o kişi, aynı zamanda ciddi bir tehlikeye de sebep olmuştur. Bakar ki, çok sinirlendim, dervişim devreye girerek şunu der:

“-Kızma. Zaten çok hızlı gidiyordun. Belki de o, Allâh’ın seni daha büyük bir tehlikeden koruması için gönderdiği Hızır’dır.”

Dervişim bunu hatırlatınca öfkem geçer gibi olur; ama bazen bu kimseler, sol şeritte meselâ, yetmiş kilometre hızla gitmeye kalktıklarında, çileden çıkar derim ki:

“-Derviş! Git başımdan! Bu ne biçim Hızır!..”

Ve hemen sağ ayndan yolu kontrol eder, şayet müsaitse sağa sinyal verip, işte, mecbûren “sağlamak” denilen işi gerçekleştirir, o “yavaşlığında pek kararlı” arkadaş gidedursun, ardından bir de sola sinyal verip, tekrar sol şeride geçer, hızımı alırım. Bunu görünce dervişim, duâya durur:

“-Mâşâallâh! Nasıl da kâbiliyetlisin. Allah sana, mânevî yolda hızını yavaşlatan engeller hususunda da aynı kuvveti lûtfetsin! Âmîn.”

* * *

Yola çıkmadan önce şunu derim:

“-Allâh’ım!.. Beni kazâdan, belâdan ve radardan muhafaza buyur.”

Şehirlerarası gidilecekse, yol da düzgün ve müsaitse, hız güzeldir. Gelin görün ki, bazı tabelalarda bir “azami hız 80 km” yazısı vardır. Burada benim şoförüm sorar:

“-E yahu! Madem gaza basamayacağız, ne diye bu arabaları böyle güçlü yapmışlar! Yani şu güzelim yolda, radar korkusuyla, madem ki rahat rahat hızlanamayacağız, ne anladım bu işten!?”

Dervişim kendinden emin cevap verir:

“-Allah da sana birçok kabiliyet lûtfetti; ama bak, bir de kurallar koydu. Her istediğin işi yapamazsın. Her hünerini, her yerde ortaya koyamazsın. Helâl dâire var, haram dâire var. Dâire dediğinin de her yanı viraj!.. İllâ ki yavaşlayacaksın. Fakat nefsine de zulmetme. Göstergene iyi bak. Yapabileceğin âzamî hız 220 ise, 240’la gitmek hırsına kapılma. Bil ki nâ mümkün. Hele de bu durumda, ona buna karşı 260’la gidiyormuş havasına girip, komik olma. Ama 70’le de yetinme. Ne kadar istidat, o kadar mesuliyet. Ne cimrilik et, ne de israf! Aşırı hız da, aşırı yavaşlık da yoldaki diğerleri için sıkıntı olabilir. İyi ayarla. Nefsini ve yol arkadaşlarını zarara sokma!..”

* * *

Gelelim park meselesine: Acemîlik günlerimde kocaman boşluklara bile kolay kolay park edemezdim; fakat artık arabanın boyundan azıcık büyük olsa, yeterli. Yine de bazen, bir hamlede başaramam da uğraşır dururum. Bazen yanlışlıkla kaldırıma çıkarım, bazen kaldırımın pek uzağında kalırım. Bir de öyle zamanlarda, “Gel abla, gel, gel, gel!” diyerek, mikrofonik bir sesle yardıma kalkışınca biri, aman yâ Rabbi, bütün “usta şoför” havam “puff!” diye söner. Bozulduğumu görünce dervişim seslenir:

“-Rahat ol. Ustasın; ama bak işte, bazen denk gelmiyor. Her seferinde öyle güzelce park ediverecek olsan, «Allah lûtfetti!» demeyi belki de unutacaksın. Belki nefsin kabaracak. Sen şimdi bu basit meseleleri bırak da hikmete bak ve gör ki; ham adama genişlikte darlık var, hamlığı geçmiş olana, darlıkta genişlik var.”

* * *

Kimi kaza ile imtihandadır, kimi kazasızlıkla… Kimi güyâ adamdır, hanım gibi araba kullanır. Kimisi de hanımdır, adam gibi araba kullanır. Adam gibi şoföre, bir de adam gibi araba nasip olmuşsa, oh ne âlâ! Cins cins, renk renk, model model araba var. Kiminin adı “Cep üzmez”, kimininki “El yakar”. Kazası çok, hasarı büyük olan arabanın kıymeti azalırken, kazalardaki payının büyüklüğü oranında, cezâ puanın da o kadar artar.

Yol hâli ya, herkesi de ayrı kollayacaksın. Sadece kendi hızını ayarlaman yetmez. Yanında, önünde ve arkanda giden bütün araçları, yola fırlama ihtimali bulunan yayaları, karşıdan karşıya geçmeye kalkacak kedileri, köpekleri… Herkesi ve her şeyi kollayacak, her ihtimale hazır olacaksın. Bir köprünün altından geçerken, tavandan ön cama düşebilecek kocaman bir su damlasıyla, yanından hızla geçen bir aracın hareketlendireceği ve bütün görüşünü sıfıra indirebilecek koca bir su dalgasıyla, giden kamyonun kasasından zıplayıp camına zarar verecek küçücük bir taş parçasıyla, hatta birinin yola atıp gittiği büyükçe bir poşetiyle dağılmayacaksın. Başına bir iş geleceği varsa, tâ karşı yoldan bir araba uçarak gelir, tepene düşer. Kaçamazsın. Ben bunları düşünürken, dervişim yine ses verir:

“-Hayat yolu, çok sürprizli ve olacaklar olur. Bu sebeple, elinden geleni yaptıktan sonra, sadece ve sürekli Allâh’a sığın. Nefis sülûk yolunda, yok, öyle kolay değil. Himmetle olmaz olur, bu da bir masal değil.”

* * *

Hâsılı yoldaysan, huzurla ve uçarcasına gidebileceğin gibi, bazen de acı frenlerle durursun. Şarampole yuvarlanman ve kayalara bindirmen de muhtemeldir. Bunların hiçbirinden korkma; lâkin gönülden düşmekten kork!.. Zira işte o zaman, “pert olmuşsun” demektir. Rûhuna bir Fâtiha okuyan, ya bulunur, ya bulunmaz. Ben bunları düşünürken, dervişim seslenir, der ki:

“-İşte, en acıklı kazâ budur. Allah, seni mürşidinin gönlünden düşürmesin. Zira onun gönlünden düştükten sonra, kaymak gibi yollarda, en forslu arabalara binsen de boş! Onun gönlünde olduktan sonra, kazâ da, sürçme de, düşme de hoş. Gel «hacı yatmaz» gibi ol!.. Bir sebeple ne vakit yıkılsan, durma, tekrar ayağa kalk!.. Yatmaların secde, kalkmaların kıyam olsun!.. Sen bu yolda oldukça, himmetle doğrulursun! Yok, sen yolda gitme, yol, elbette «sen»de gider. Canın cansa, bu yola, şüphesiz bende gider.”

PAYLAŞ:                

Neslihan Nur Türk

Neslihan Nur Türk

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle