NEFS-İ MÜLHEME’YE...

 

“Kâh çıkarım gökyüzüne, seyrederim âlemi

Kâh inerim yeryüzüne, seyreder âlem beni”

(Nesîmî)

 

 Vah nefs-i mülhemeye, ne acıklı hâlleri var!..

Anka gibi Kaf Dağı’na çekildiğini, sırlara vâkıf kılınacağını sanırken, tüyleri yolunmuş bir papağan hâlinde kafeste bulur kendini… Rüyalar kesmiştir yolunu, sâdık rüyâlar… Birileri hakkında, olaylarla ilgili, geleceği hâvî, geçmişe dâir sırlı rüyalar... İstihâreleri apaydındır. Bu, insanlar arasında en makbul olan özelliklerden biri. Telefonlar, istihâre ricâları, rüyâ tâbiri seansları…

Maskarasıdır âlemin, habersiz!

Tevâfuklar, âh o tatlı tevâfuklar; kanına girmiştir “nefs-i mülheme”nin... Attığı her adım bir kalbi fethetmiştir; götürdüğü hediye, tam da o insanın çok arzu ettiği şey çıkmıştır meselâ… O durakta değil de, öbür durakta inmiştir, yaşlı bir teyzenin pazar malzemelerini taşımıştır evine… Başbaşa konuşurken de, toplu sohbetlerde de muhataplarının gönlünden geçeni, ihtiyaç duyduklarını, merak ettiklerini anlatır,  söyler. Karşılığında aldığı iltifatlar öyle samimi olur ki, mülheme’nin kendisi de zevk sarhoşuna döner.

Dîvânesi âlemin, bî-haber!

Duâları kabul görür her seferinde; ne istese olur, ne istese iki edilmez. Bunun kadar tatlı değildir, ne sâdık rüyalar, ne keşf-i kâzib; duâlarının, kendisi Allah Teâlâ yanında kıymetli olduğu için kabul edildiğini hissetmek kadar...

Hastaya duâ eder, iyileşir. Darda kalana duâ eder, kurtulur. Rızık bolluğu için duâ eder, ummadığı yerden kapılar açılır. Nasip için duâ eder, bir de bakar ki duâ ettiği kişi, düğün dâvetiyesiyle karşısında… E bu nâm da, az-buz bir değer ifade etmez. Çevresinde ufaktan bir hâle oluşmaya başlamıştır bile.

Yalnız kaldığı zaman, havayı koklar, sümbülî gecelerde enâniyet aynalarına bakar. Hakk’ı gördüğünü vehmeder, kendi çehresinde…

Bîgâne âlem ona, haberi yok!

Tam şöyle cümleler kurmaya başlamıştır:

“-Bir yıldır hiç teheccüd kaçırmadım.”

“-Beş yıldır hiç sabah namazı kaçırmadım.”

“-Kur’ân okumadan bir gün geçirsem de yatsam, uyuyamam. Kalkıp illâ birkaç sayfa tilâvet edeceğim.”

“-Misafirsiz sofraya oturmak iyi değil, ikramda infak neşesi var.”

“-Hiç kazâ namazım yok!”

Birden ışıklar söner, makineler durur! Günlerce ve üst üste, ara ara namazlar kaçar, teheccüdler dökülür, misafirler yük olur. Kur’ân kapanır.

Vah, vuslattan sonra gelen ayrılık günlerine!

 Önce ciddiye almaz, “geçer” der, “bir îkaz bu, kendimi toparlayayım” der.

Ama hayır, öyle upuzun sürer ki bu dönem, kendini münâfık olmakla suçlamaya başlar, alttan alta, içten içe, dipten dibe...

İç huzurun bozulması, ne zor bir imtihan!.. Dengesini yitiren, yolda nasıl yürüyecek? Nasıl seyr u sülûk edecek?

Pervânesi âlemin, kanatsız!..

Yazık nefs-i mülhemeye, perişanlık işi!.. Tırman, tırman, ayağın kayıversin, tâ en başa yuvarlan!.. Kazan kazan, ufak bir dikkatsizlik yakıp kül etsin hepsini!.. Gözünün önünde dev gibi hayallerin yıkılsın, elinden hiçbir şey gelmesin. Yeniden emmârenin, levvâmenin hîle ve desîseleriyle boğuşsun, yeniden yeniden…

Şâhânesi âlemin, yeissiz...

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle