Kısaca Sevmeli, Sevdirmeli

Farklıydı çocukluğumuz…

Kömürlüklerin kapısından taşan karalıklarla yere çizdiğimiz resimler, seksekler ve bulduğumuz minik bir yavru kedinin sevinciyle oynardık… Bir bisikletin varlığı paha biçilmez, bir sakız için bakkala gitmek onurdu... Küçüktük, hayallerimiz kadardık alt tarafı... Bir tokaya, ikinci bir yenisini eklemek, birkaç yıl sonra daha büyük bir bisiklete binmekti derdimiz… Ama sorunca o büyük insanlar, “Gelecekte ne olacaksın?” diye, cevabımız hazırdı: Öğretmen, doktor, polis...

Bu küçük dünyamızın içindeki bütün bu telâşemizin yanında, kanımıza, rûhumuza yavaşça sızan bir başka duygu vardı ki, bu duygu, bütün ömrümüzü koruyacak bağışıklık sistemi gibiydi. O zamanlar farkında değildik, ama bizi anamızın yemeğinden önce doyuran, zihnimizi, kalbimizi besleyen başka bir gıda vardı. O da “Allah sevgisi”ydi… Yatarken babamızın başucumuza gelip minik ellerimizle İhlâs Sûresi’ni ezberletmesi ve bize cennetleri anlatması büyük hazdı. Gecelerin korkusu, bu cennet hikâyelerini gölgede bırakır, yok ederdi. Sorardım babama:

“-Orada oyuncaklar var mı? Yunuslarla yüzebilecek miyim?” diyerek…

Gülümseyen bir çift göz, bana iştahla cennetin güzelliklerini anlatmaya devam ederdi. Meyve ağaçlarının benim emrimde olduğunu, canım ne çekerse eğilip dallarını bana uzatacaklarını, daha önce hiç görmediğim güzellikte oyuncakların hepsine sahip olacağımı, hiç yorulmayıp hiç uyumayacağımı ve en güzeli o çok sevdiğim yunuslarla arkadaşça yüzüp, kuşlar gibi uçacağımı söylemesiydi. Her akşam istediğim bu cennet hikâyesini bana anlatmaktan hiç bıkmazdı o büyükler… Şimdi düşününce anlıyorum bunun sebebini… Çünkü her sohbetin sonunu, o cennetin yoluna ve Allâh’a bağlarlar ve beni çok sevdiğini söyleyerek cümlelerini bitirirlerdi. İçimize sızan bu ince duygu, Allah sevgisi ve Peygamber muhabbetinin en önemli başlangıcıydı.

Minik eller büyüdükçe, o ezgiler, şehâdet türküleri ve îman dolu dörtlüklerin sırası geldi. Şuurlu bir âilede yetişebilmenin hazzını, lezzetini henüz tam idrak edemesek de, Veysel Karânî’nin annesine olan sadâkatini ve peygamberine olan muhabbetini hissedebiliyorduk bant tiyatrolarını dinlerken… “Bir Annenin Kızına Nasihatlerini” ezberleyerek âile olmanın değerini tartabiliyordu büyüyen zihinlerimiz…

Müslüman halkların başına gelen zulüm, evimizi yasa boğduğunda “Bize ne?” demiyor, ana-babamızın duâsına âminlerimizi ekliyorduk. Nesillerin farkı belirgin değildi o zaman... Terbiye, büyüklere saygı, gelenekten de olsa îmanımızın parçasıydı, biliyorduk… Çünkü biz cennet hayalleriyle büyümüştük.

Şimdinin çocuklukları farklı …

Cennet hayallerinin yerini başka duygular istilâ etmiş. Minik eller, duâya değmeden ojeye sürünmüş. “İleride ne olacaksın?” sorusu sormaya korkulur olmuş. Anne-babalar, arkadaştan sonraya atılmış!.. Büyüklere saygı, nostalji olmuş. Bant tiyatrolarının, ezgilerin yerini televizyon gururla doldururken O Yüce Yaratıcı’nın sevgisiyle bereketlenmesi gereken yürekler solmuş..

Geç değil, müslüman için hiçbir şey… Şuurlu bir ebeveyn olmak zor olmamalı… Bir kalbe sevgi tohumu ekmek, muhabbeti gönüllere nakşetmek, biraz sabır, biraz gayret ve duâyla körpe yüreklerde can bulmalı… Günün getirdiği yeniliği,Yüce Yaratıcı nasip ediyorsa, ondan faydalanırken de muhakkak İslâm şuurunu bereketlendirmek birinci niyet olmalı…

Kısaca sevmeli, sevdirmeli, unutmamalı…

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle