Gönüllere Attığımız Tohumlar

Gönül işi, uhrevî bir iştir. Gönüllü yapılan işler, karşılık beklemeden, hasbî ve hesapsız işlerdir.

Gönüllü yapılan her işte bir tatlılık, bir derinlik ve ayrı bir sıcaklık vardır. Ne yapılırsa yapılsın, içine gönülden bir duygu katılırsa, o işin rengi, kokusu ve ahengi değişir. Sevgi ile pişirilen bir ekmek, muhabbetle ikram edilen bir bardak su, muhatabına farklı duygular hissettirir.

İnsan ne yaparsa yapsın, hangi mesleği icrâ ederse etsin, eğer gönül zâviyesinden işe bakabiliyorsa onun için hem yaptığı işin hem de hayatın mânâsı farklılaşır. Çünkü tohumlar, ancak özelliğini kaybetmemiş, içinde bir hayat emaresi olan topraklarda boy verir. İnsan gönlü de böyledir. Ölü gönüllerde ekin tutmaz. Ölü gönüllerde tohumlar boy vermez. Ya kurur veya toprağa karışıp yok olur. Hem gönül dilinden “söyleyen” hem de bu hayat veren söze “gönlünü açan” diri olacak ki, oraya atılan tohumlar büyüsün, meyve versin ve bir neticeye varılsın.

Tasavvufun en önemli konularından biri de “kalp”tir. Kalp meselesi, bir yönü ile insandaki mânevî akıl olan “fuad” kavramı ile ifade edilen ve daha çok “gönlün hâlleri” ile irtibatlı olan bir gerçektir.

“İnsan, aklı ile mi, yoksa kalbi ile mi düşünür?” diye bir soru sorulduğunda tasavvuf ehli, insanın daha çok “kalbi ile düşündüğünü” yani idrâk ve hissiyat mekânının “kalp” olduğunu ifade eder. Demek ki, insanın gördüğümüz bedeninden ayrı ve belki ondan daha önemli olan yönü, düşünce ve hareketlerine yön veren ruhu ve mânevî şahsiyetidir.

Beden, geçici bir süreliğine ruha giydirilen bir elbise gibidir. Zaten o elbise de dünyaya geldiği andan itibaren durmadan değişmektedir. Anne karnındaki elbise farklıdır, bebekken, çocukken, gençken ve yaşlandığımızda… Süresi dolunca can emaneti alınacak ve bir mânâda insan, aslına dönecektir. İnsanda asıl olan ruh ve ruhun tekâmülüdür. Bedene verilen gıdalar, dünyaya ait iken ruha verilen her türlü gıda, insanın ukbâsı ile ilgilidir. Bedenin gıdası, onun dünya hâlini şekillendirirken rûha verilen gıdalar, onun âhiret hayatını şekillendirir.

İnsanın gönlü diri olursa, başka gönülleri de diriltebilir. Ölü insan, başka bir insanı nasıl diriltebilir ki… Diri kimsenin konuştuğu söz, tesirli olur. Gönülden yazılan bir yazı, gönle girer. Gönülden çıkan her bir kelâm, mutlaka muhatabını bulur ve onun gönlünde bir tesir meydana getirir.

İnsan ilişkileri müşahhas bir ölçekle ölçülemez. İnsandan insana geçen ve göremediğimiz, ama varlığını hissettiğimiz “hâl geçişleri” de böyledir. İnsan, bulunduğu ortamın, muhatap olduğu insanın hâli ile hâllenir. Tasavvufta buna “in’ikâs” denir. Bu alışverişlerde en çok tesir altına giren yönümüz, gönlümüzdür.

Lisanımızda yer alan gönül zenginliği, gönül ferahlığı/genişliği, gönül darlığı, gönül kırıklığı, gönül adamlığı; her biri farklı mânâ ve derinlik ihtiva eden önemli ifadelerdir. BU kavramlar ve anlattıkları değerlerin her birinin odağında, gönlün yer alması da ibretlidir.

İslâm Medeniyeti, âdeta gönül müktesebatı üzerine kurulmuş bir medeniyettir. Zorlamadan, baskı ve zorbalığa başvurmadan; sevdirerek, müjdeleyerek ve gönülleri ikna ederek şekillenen ve büyüyen bir medeniyettir.

İslam tebliğinin en önemli yönüdür, gönüllerin fethi… Kalplerin kazanılması, insanların sizin hâlinize, tavrınıza meftun olması, hep “gönül fethi” anlayışının yansımasıyla ilgilidir. İslam, gönüllerin fethini gerçekleştirirken, öte yandan gönülleri ve akılları istilâ eden her türlü bâtıl ve bozuk anlayışın karşısında durmayı da gerekli görmüştür. Çünkü zıddına düşman olmadan bir iyiliği tesis etmek ve kalıcı kılmak mümkün değildir. İslâm, insanı ve insanın gönül dünyasını hedef alan zihniyet ve mücadelelerin karşısında, gönlü dirilten ve yaşatan bir üslubu temsil eder.

Tebliğ üslubunda en önemli adım, dilin yumuşak olmasıdır. Dil yumuşak olacak, yüz mütebessim, gönül canlı ve sıcak olacak... Her müslüman, İslâm’ın yaşayan mübelliği, yani tebliğcisidir. İnsanlara İslâm’ın güzelliklerini anlatmak demek olan tebliğ, nebevî bir vazifedir. Bu sebeple her müslümanın bu nebevî vazifenin şan ve şerefine halel getirmeyecek bir hassasiyet içinde olması gerekir.

Tarihe baktığımız zaman “gönül coğrafyası” olarak ifade ettiğimiz ve sınırları, sadece üzerinde yaşadığımız topraklardan ibaret olmayan bölgelerde ortaya çıkan İslâm Medeniyeti’nin temelinde, bahsettiğimiz “gönül”den yapılan işler vardır. Bu, gönül dili üzerine kurulmuş öyle bir medeniyettir ki, insanlık bugün dahî o zirve seviyeye ulaşılamamıştır. Bu yüce ve erişilmez medeniyetin adı, Asr-ı Saâdet’tir. Yani mutluluk çağı…

İnsanoğlunun En Şerefli’sinin etrafında halkalanan o yüce gönüllü insanlar, kendilerinden sonra gelen medeniyetlere mükemmel bir nümûne olmuşlardır. Onlar, her konuda en mükemmel davranışı ortaya koyabilme gayret ve azmini, şüphesiz, feyzini bizzat aldıkları Allah Rasûlü’ne borçlu idiler. O ne derse, neyi nasıl yapıyorsa öyle yapıyorlar ve vahyin boyası ile insanlık tarihine kutlu bir mevsimi yaşatıyorlardı. İşte biz mü’minler olarak gönül aynamızı hep o akislere tutmalı, oradan yansıyan feyz ve ruhaniyetler ile gönüllere yeni nebevî tohumlar ekmeliyiz.

Efendimiz, nübüvvet vazifesi icabı, hayatı boyunca en çorak topraklara; dere-tepe demeden, çöl-deniz demeden hep gönül tohumları ekti. Bu tohumlar, kimi zaman hemen, kimi zaman da yıllar sonra boy verdi, kendini gösterdi. Yılmadan, usanmadan ve sınır gözetmeden her insanın irşadı için, onları hevesle atladıkları ateş çukurundan çıkartıp korurcasına, canhıraş bir gayet gösterdi. Ve bu fedakarlık ve gayretlerinin neticesinde insanlığa ilâhî bir vahiy mayası çaldı. Böylece insanlar, Rabbin râzı olduğu, insanların mesud olduğu devirlerin öncüleri hâline geldiler.

Görünen ve görünmeyen putların evlerimizin içine, zihin ve gönüllerimize kadar nüfuz etmeye çalıştığı yaşadığımız bu zor zamanlarda, her bir insanın gönlüne ilâhî davetin tohumlarını ekmek, bu devirde yaşayan biz müslümanların en mühim tebliğ vazifesidir.

Müslüman olmak, küfür ve isyana karşı bir iddia sahibi olmak demektir. Müslüman olmak, çizgileri belli olmak ve Hak ile bâtıl kavgasında, Hakk’ın yanında olmak demektir. Müslüman olmak, dünya ve ahiret saadetinin anahtarına sahip olmak ve insanları bu saadet yurduna davet etmek demektir.

Müslüman olmak; ölü gönül ile diri gönlü ayırt edebilen, ölüden diriyi çıkarmak için gayret eden insan demektir. O hâlde geç olmadan, nesillerimize başkaları sahip olmadan, kendi gül bahçemizi inşâ, ihyâ ve îmar etmek için mânevî ve feyz tohumlarını en güzel şekilde ekmek ve onların bakımını yapmakla sorumluyuz.

Ne mutlu, bu mukaddes yolun seleflerine yakışır bir tarzda niyet, gayret ve fedakârlık gösterebilenlere…

Ne mutlu, Allah ve Rasûlü’nün huzuruna, vazifesini hakkıyla yapmış bir şekilde alnı açık olarak varabilenlere…

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle