Eskiden Olduğu Gibi

Bir Cuma günü, mübarek Kudüs ziyaretimizin son günündeyiz. Ayrılacak olmanın verdiği hüzün ve Cuma’nın heyecanı bir arada... Zira diğer günler ekserî sessiz ve sâkin olan Mescid-i Aksâ’mız, yaşlısı, genci, erkeği, hanımı ve çocuklarıyla cıvıl cıvıl bir bayram edâsında sevinçli…

Erkekler güneyde, kıble tarafında kalan Kıble Mescidi’nden itibaren saf tutarak, bahçeden Kubbetü’s-Sahra’ya kadar yaklaşmış durumdalar... Hanımlar da Kubbetü’s-Sahra ve hemen yanında avludaki Silsile Kubbesi’nin altında yerlerini aldılar. Bizler de çocuklarla daha rahat olacağından dolayı Silsile Kubbesi’nin serin gölgesi altına yerleştik.

Arkadaşlardan biri, yerini bize emanet ederek abdest için ayrıldı. Kalabalık olduğu ve Cuma namazı sonrası vakit kaybetmeden buluşma yerimize gitmemiz gerektiği için, birbirimizi kaybetmeden, bir arada durarak, toplu hareket etmemiz gerekiyordu. Seccadesi ve bazı eşyaları da yanı başımda duruyor, yerin ona ait olduğunu belli ediyordu.

Derken az sonra yaşlı bir hanımcağız geldi, seccadeye oturdu. Çekinerek, çat pat konuştuğum birkaç kelime Arapça’yla arkadaşımın abdest almaya gittiğini, geleceğini söyledim.

“-Olmaz!” dedi.

Hâlbuki önümüzde boş olan çok yer var. Safları gösterip:

“-Lütfen teyzeciğim, oraya geçebilirsin.” dedim. Ama teyzem:

“-Arkadaşın geçsin oraya.” dedi.

Ben tabii üzüldüm, sustum. Emanete sahip çıkamadım diye düşündüm. Şunu da eklemek isterim ki, orada karşılaştığım bütün Filistinli hanımlar o kadar vakur ve zarifler ki... Gerçekten o mübarek toprakların asaleti ve cihâd rûhunu taşıyorlar, o mütebessim çehreleriyle bizlerde hayranlık uyandırıyorlardı. Bu teyzemle böyle bir diyalog yaşamamızın da ayrı bir hikmeti oldu. Yanında oturan genç Filistinli hanım, endişeye kapıldığı belli olan gözlerle bakarak:

“-Teyzeciğim, o Türkiye’den gelen bir Türk... Sen kalk oradan, şöyle geç!” diyerek yanında yer gösterdi.

Teyze geç fark etmiş olmanın mahcûbiyetiyle, hemen kalktı. Allah râzı olsun. Ama artık ben onun kalkmasıyla ilgilenmiyordum. Bu teveccühün sebebi beni şaşkına çevirdi. Sanki ben sıradan biri değil de, Osmanlı hânedanından bir asilzâde ya da padişahın kızıymışım gibi baktılar bana... Sanki tıpkı eskiden olduğu gibi, gerçek bir Osmanlı evlâdı gibi ordularımızı alıverip, bitirecekmişim bu kanlı, hâin zulmü gibi...

Sanki tutsak Kudüs güvercininin ayaklarından kırıp zincirleri, uçuruverecekmişim gibi... Sanki çocuklarından Kudüs yapan bir anne olacakmışım gibi... Atalarımın adâletle hükmedip, göğsünde bir inci gibi muhafaza ettiği, Âdem -aleyhisselâm-’dan itibaren nice peygamberlerin ve son peygamber Efendimiz Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in emaneti bilip üstüne titrediği Kudüs’e lâyık bir vâris miydim ben?

Ben neymişim ve aslında kimim ben? Onlar ne görüyorlar bizde? Ümmet ne umuyor, bu Osmanlı evlâtlarından? Peki, biz ne bekliyoruz kendimizden? Rehâvetle uyuşmuş kalplerimiz uyanmaya hazır mı?

O anda utanç ve kıvanç duyguları keşmekeş hâlinde kalbime hücum etti. Yok, ben lâyık değilim bu iltifata derken bir yanım; bir yanım, evet, bir zamanlar küffâra aslan kesilen devlet-i âliyenin bir ferdiyim ben. Ne gam! Şimdi pençelerini içeri çekmiş görünse de o bakışlarınızdaki ümid hürmetine, sabrınızdaki sadâkat aşkına dirilip geleceğiz!

Her gün toprağa dökülen şühedânızın kanları uğruna döneceğiz! Ey, mahzunluğuna hiç kıyamadığımız Rasûlullah Efendimiz’in isteyene verecek bir şey bulamadığında üzüntüyle yüzünü çevirmesi gibi, utandığımızdan başımızı dik tutup, gözüne bakamadığımız!

Ey, kaderi mübârek toprakların ve peygamberlerin çileli kaderine karışmış, şehid olsun diye evlâd doğuran ana, şehid olmak için sırasını bekleyen mücâhid Filistinli kardeşim! Hâlâ İstiklâl Marşı istikbalden müjdeler veren bir milletin nesli olarak, size ve kendi öz benliğimize hatırlatarak deriz ki:

“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!

Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım...

Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım!”

Doğacaktır sana vaad ettiği günler Hakk’ın.

Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın...

Rûhumun Sen’den İlâhî, şudur ancak emeli.

Değmesin mâbedimin göğsüne nâmahrem eli...”

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle