Hayır Ve Şerrin Arkadasındaki Sır

Ezelî ve ebedî ilmiyle, âfâk ve enfüse hâkim olan Âlemlerin Rabbi, kullarına karşı engin merhamet sahibidir. Belki müşfik bir annenin evlâdına olan merhametiyle bile kıyaslanamayacak kadar… Bununla birlikte ilim, irâde, kudret ve tekvin sıfatlarını hâiz, “Ol!” dedi mi olduran bir güç ve salâhiyete sahipken, “Habîbim!” diye medhedip “Hâtemü’l-Enbiyâ” olarak vazifelendirdiği en sevgili kulu ve peygamberini yetim olarak dünyaya göndermiştir. Akabinde en fazla sevgiye ihtiyaç hissettiği küçük yaşında, önce annesiz, sonra dedesiz bırakmıştır.

Babasını özleyip hasretten ağlayan yetim çocukları gördüğümüzde en fazla Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- için üzülürüz. Küçük ve kısır aklımızla, “Ne olurdu Mekke’nin en güzel yürekli genci, babası Abdullâh’a bir kez «Baba!» diyebilseydi, elinden tutup Mekke sokaklarında gezme bahtiyarlığını yaşayabilseydi!” diye düşünürüz…

Yarattığı bütün canlılara karşı çok merhametli olup onları karada ve denizde yalnız bırakmayan, tehlikelerden koruyup rızkını var eden Âlemlerin Rabbi, kulunun yalnızca küçük dünyasını değil; ebedî âlemini hazırlayıp sınırsız huzur ve mutluluğunu da kolaylaştırmıştır.

İnsanoğlunun aklının dahî alamayacağı güzellik ve nîmetleri hazırlayan Hak Teâlâ, kulunu da gelecek çok daha güzel günler için yetiştirmektedir. Küçük bir mikroba dahî yenik düşen insanoğlu, uzakları tahayyül edemediği için yalnızca bugünü ve küçük hâdiseleri hesap etmektedir. Tıpkı Kıyâmet Sûresi’nde belirtildiği gibi:

“…Hayır, (ey insanlar)! Doğrusu siz çabucak gelip geçeni (dünyayı) seviyorsunuz. Âhireti ise, arkaya bırakıyorsunuz.” (el-Kıyâme, 20-21)

Dolayısıyla hakikî hayır olan, bugün ve yarınki mutluluk ve zenginlikler değildir. Hakikî, ebedî, kalıcı ve asıl olan hayırlar; ebedî âlemdeki huzur, mükâfat ve zenginliklere ulaşabilmektir.

 

Hayır ve Şerrin Allah’tan Geldiğine Teslîmiyet

Sözlükte iyi olmak, iyilik etmek gibi mânâlara gelen “hayır” kelimesi, “şerr”in zıddı olarak insanların mutlaka rağbet ve muhabbet ettiği nesne, akıl, ilim, mal gibi meşrû ve güzel olan şeylerdir. Râgıp el-Isfahânî, hayrı, “mutlak” ve “mukayyed” olarak iki kısımda inceler.

“Mutlak hayır”, her halükârda ve herkes için arzu edilen şey iken meselâ sağlık, âfiyet ve Cennet gibi; “mukayyed hayır” ise, birisi için hayır olup bir başkası için şer olan şeyler için kullanılır. Meselâ mal birçok kimse için ekonomik güç, hayır-hasenat aracı olarak görülüp bir hayır vesîlesi olurken bazı insanlar için haram kazanç, fesad ve kötülük aracı olarak şerdir.

Hikmetinden suâl olunmayan Âlemlerin Rabbi, kullarının daha geniş anlamda huzur mutluluk ve âfiyetine ehemmiyet verdiği için zâhire göre değil; bâtına göre yaratır, yönlendirir. Kişinin bâtın dünyası için hayır olacak şekilde iyilik ve güzellik nîmetleri sunar. Bu durum hakkında, Bakara Sûresi’nde; “...Sizin hayır bildiklerinizde şer, şer bildiklerinizde hayır olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz…”[1] buyrulurken hayata yalnızca tek yönden bakmamayı, sadece tek hadiseyle hüküm vermemeyi öğretmekte; kişinin en büyük hayrının ise ebedî âlemdeki hayrının olacağı vurgulanmaktadır.

Yaşanan her türlü hayır ve şer, iyi ve kötü, acı ve tatlı, faydalı ve faydasız işler; insanın ebedî âlemini kazanması için yalnızca bir imtihan sorusudur. Hiçbiri kalıcı ve hakikî değildir. Tıpkı dünyevî mallar, makamlar, evlâtlar ve metâların kalıcı olmadığı gibi... Bunu peygamberlerin ve geçmiş kavimlerin kıssalarında çok net görürüz.

Meselâ İrem bağları içinde yaşayan Âd kavmi, yüksek ve korunaklı binalarda yaşayan Hûd Kavmi, câriyeler ve hizmetçiler içinde zevk u sefâda yaşayan halkına dilediği gibi hükmederek keyfince insan öldüren Firavun ve Nemrutların hayatları gibi…

Bu ihtişam, kaç yıl sürebilmiştir? Ne kadar kalıcı olabilmiştir? Yaşadıkları zamanlar, Hak Teâlâ’nın yalnızca imtihan için verdiği mühlet kadar olmuştur. Daha dünya hayatı bitip âhiret hayatı başlamadan onların hükümdarlıkları ve güçleri tükenmiştir.

 Bunun yanında tevhid dînini anlatmak üzere mancınıkla ateşe atılmak üzere devâsâ odun toplanan Hazret-i İbrahim’in hayatı, “görünüşte şer” olmasına rağmen “Halîlullah” vasfını kazandırıp ebedî saâdetini hazırlayan “en büyük hayır” olmuştur.

Hazret-i Mûsâ’nın Firavun’a karşı gelip kavgaya karışarak korku ve çaresizlikle kaçması, onu Tûr Dağı’nda Kelîmullâh olmaya ulaştıran en önemli hayırdır. Yine “ahsenü’l-kasas” olarak zikredilen Hazret-i Yusuf’u Mısır’a mâliye nâzırı yapan hikmet, çocukken kuyuya, gençken zindana düşmesi değil midir?

Bu misalleri artırmak mümkün... Ama asıl önemli olan, bunu yalnızca geçmiş kıssalarda değil, bugün özel hayatlarımızda müşâhede edip Allâh’ın hükmüne teslim olabilmemizdir…

Bunun sırrı Hadîd Sûresi’nde şöyle haber verilir:

“Yeryüzünde vukû bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allâh’a göre kolaydır.

(Allah bunu) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allâh’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye açıklamaktadır…” (el-Hadîd, 22-23)

 

Semra’nın Beklediği Hayır

Semra, psikolojik hasta bir baba ve engelli bir annenin evinde büyümüş, tek çocuktu. Yıllarca bazen sitemle, bazen teslîmiyetle anne ve babasının eli-ayağı olmuş, gelecek güzel günlerin hayaliyle yaşamıştı. Arkadaşları okula, tatile gidip mutluluk hikayeleri biriktirirken Semra bazen hastahâne koridorlarında, bazen evinde bütün gece nöbet tutardı. Kendisine ayırdığı zamanlarda hem çeyiz yapar, hem de okulunu dışarıdan bitirmeye çalışırdı. Ama en büyük hayalinin öğretmen veya memur olmak değil; sağlıklı ve geniş bir âilede sâliha bir eş ve anne olmak olduğunu söylerdi.

 Onunla mahallede görüştükten yıllar sonra tekrar karşı karşıya gelmek nasip olmuştu. Anne ve babası vefat etmiş, kendisi de tam hayalindeki gibi bir ev ve sağlıklı beş çocuk sahibi olmuştu. Yüzünde buruk bir tebessümle Rabbinin kendisine “peygambere komşu” olacak dulluğu da nasip ettiğini, ama beş tane pırlanta gibi hayırlı yetim çocuğun annesi olmak şerefine eriştiğini anlatmıştı.

Duâlarında istediği sağlıklı bir eş ile evlenip sekiz sene, iki öksüz çocukla birlikte çok mutlu yaşadıklarını, eşinin âni bir kalp kriziyle vefat ettiğinde beş çocuğuyla el ele verip hayata devam ettiklerini söyledi. Eşinin ilk evliliğinden öksüz büyüttüğü iki oğlunun sonradan yetim kalan üç kardeşine babalık yaptıklarını, evlendiklerinde kendi çocuklarından ayırt etmeyecek kadar çok sevip sahiplendiklerini, kendisinin de hem anne hem babaanne olup evin temeli olarak başlarında bulunduğunu anlattı.

Anne ve babası vefat ettikten sonra tek çocuk olduğu için hiç kardeş ve akrabasının bulunmadığını, ama eşi tarafından oğullar, kızlar, torunlarla birlikte kalabalık bir âilesinin olduğunu, anne ve babasının bakımını sonuna kadar yapıp yanlarında vefat ettiği için gönlünün huzurlu olduğunu, aynı bakım ve hizmetin şimdi çocukları tarafından kendisine yapıldığını anlatıp hamd ediyordu.

Mahallede Semra ile oyun oynamak istediğimizde sokağa çıkamamış, hayatı zorlukla başlamış, ama sonunda hayal ettiği bütün güzelliklere kavuşmuştu. Tıpkı Âlemlerin Rabbi’nin buyurduğu gibi;

“Size zor geldiği hâlde savaş üzerinize farz kılındı. Hakkınızda hayırlı olduğu hâlde bir şeyden hoşlanmamış olabilirsiniz. Sizin için kötü olduğu hâlde bir şeyden hoşlanmış da olabilirsiniz. Yalnız Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 216)

 

[1] el-Bakara, 216.

PAYLAŞ:                

Seher Küçük

Seher Küçük

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle