Toprağa Canlı Düşebilmek

İnsan, doğar yaşar ve ölür. Bu mukadder hayat çizgisini nasıl ve ne ile beslediği, onun âhiret ve âkıbetinin nasıl olacağına ve dolayısıyla ebedî hayatının muhtevasına tesir edecek mühim bir husustur.

Mü’min, maddî-mânevî bütün hayatını Rabbinin rızâsı istikametinde geçirme gayreti içinde oldukça, o derece kıymeti ve değeri olur. Yaşadığı şu fânî dünyada, ilâhî rızadan başka heveslere râm olan bir beden, Rabbinin râzı olmadığı işlerle meşgul olan bir gönül ve zikri-fikri kendisinin ebedî hayatını mahvedecek işlerle meşgul olan bir kalp, mü’minin mânen çürümesine, yok olmasına sebep olacak durumlardır.

İnsan, fânî ve âciz bir varlıktır. Acziyeti, Rabbinin sonsuz kudreti karşısında daha bir âşikâr ve ortadadır. İnsan, bu acziyetle nasıl büyüklük ve kudret iddiasında olabilir ki?!

Kurumuş bir yaprağı bir kitabına arasına koysak, bir yıl sonra gelip baksak, aynı yerde ve ayın şekilde durur. Ama insan öyle mi? Günleri sayılı… Zamanı dar... Bedenen yokluğa mahkûm… Kırk gün bile dayanamıyor toprağa. Toprak alıyor içine ve kendisinde kaybediyor. İnsan toprağa karıştıktan sonra sanki hiç yaşamamış ve bu dünyaya hiç gelmemiş gibi... Öyle ya! İnsan ölüyor, hayat aynen devam ediyor. Hiç bir şey değişmez. Kimsenin umurunda dahî olmaz. Akış aynı. Telaş aynı. Hevesler ve ihtiraslar aynen devam eder. Hayat ve dünya, iki nankör yoldaştır. İnsan gider, onlar arkada hiçbir şey olmamış gibi devam ederler.

Öyleyse bu fânî âlemde mü’min nasıl bir hayat kıvamında olmalıdır?

Allâh’ın rızâsını hedefleyen bir hayat tarzını sürekli hale getirebilmek için titiz bir ibadet disiplini, vecd ve heyecan dolu bir zikir, sâlih ve sâdık arkadaş muhîti ve hassas ve diri bir gönül âlemi içinde olmalıdır. Nasıl ki Allah yolunda canı ve malı ile cihad edip bu uğurda şehit düşen mü’minler, gerçek mânâda ölmüyorsa, şuurlu bir mü’min de bedenini toprağa yem etmemek için zikir ve murakabe hâlinde bir bedenin sahibi olmak için gayret göstermelidir. Bütün hücrelerine Rabbinin zikrini yaptıracak mânevî bir kıvama gelmek öyle kolay bir iş olmasa gerek!. Bunu için uzun bir mânevî eğitimden geçmeli, nefsi kontrol altına alabilecek maharete ermelidir.

Asıl mesele, bedeni toprağa yem etmeyecek, dünyadaki ömrü sona erse de diri kalabilecek mânevî kıvamda olmaktır.

Öyle bir hayat yaşamalı ki insan, yüz yıllar sonrasında bile bedeniyle de varmış gibi mesajını verebilmelidir. Tıpkı Allah dostları gibi… Bir Allah dostunun hayatta iken sevenleri, ziyaretine gelenleri olduğu gibi vefatından sonra da sevenleri ve ziyaretine gelip onun ruhuna dua edenleri oluyorsa, bu zât, mânen yaşıyor demektir.

Bizim kapımızı günlerce kimse çalmadığı hâlde, Allah uğruna hayatını adayan kimselerin misafir ve dostları eksik olmuyorsa, “Biz mi hayattayız, onlar mı?” diye sormak gerekir. Bu Allâh’a muhabbetle bağlı olan kimselerin işidir. Onları, önce Allâh’a, sonra da insanlara sevdiren nedir? Bizi önce Allah’tan, sonra da insanlardan uzaklaştıran nedir? Bu soruları doğru anlamak ve doğru cevaplamak; hayâtî derecede önemlidir. Çünkü yaşayıp yaşamadığımız bu soruların cevabında gizlidir.

Bundan dolayıdır ki, Yûnus Emre:

Ölen hayvan imiş; âşıklar ölmez.

diyor.

Ölmek, âşıklar için değil. Ölmek, dünyada kulluk şuurunda olmadan, kendisini ve bedenini Rabbinin yoluna vermeyenler, veremeyenler içindir.

Zikir, insana zindelik verir. Hayatını tanzim eder, sürekli Rabbi ile bir râbıta hâli yaşatır. Hiç bitmeyen bir râbıta… Hayatının her ânında bir hatırlama; nefes alırken, verirken, yürürken, uyurken, konuşurken... Sürekli bir zikir hâli.

Hak dostlarından Mahmud Sami Ramazanoğlu -kuddise sirruh- Efendi’den nakledilen şu hâdise, mânen diri kalmanın kıymetini ne güzel ifade ediyor:

Mahmud Sami Efendi’nin mânevî ders verdiği bir müridi:

“-Efendim, bu biraz fazla oldu!” şeklinde bir tereddüt dile getirir. Bunun üzerine Sami Efendi:

“-Evladım…” der, “Biz bu dünyaya uyumaya gelmedik. Çalışacağız ve bu vücudu inşâallah toprağa yedirmeyeceğiz.’ diye cevap verir.

İşte bir Allah dostunun bedeni toprağa yedirmemek için koyduğu ölçü... Hizmet, zikir ve mânevî tekâmül…

Bugün mânevî yönü ile ön plana çıkmış ve insanları irşâda devam eden birçok Allah dostu bulunmaktadır. Bu irşad edenlerin bazıları, şu anda toprağın üzerinde, bazıları da toprağın altındadır. İnsanlar, bu zâtların eserlerinden, sözlerinden, vakıf ve hizmetlerinden, yetiştirdikleri ilim ve gönül ehli kimselerden istifade ettikleri gibi, her fırsatta hayırla yâd etmekte ve arkalarından duâ etmektedirler.

Böyle büyük zâtlar, bir gecede, sabahtan akşama “Allâh’ın sevgili kulları” olmamışlardır. Her birimizi, kendi gönül âleminde büyük çileler çekmiş, îman ve muhabbet imtihanlarını yüz akıyla geçmiş ve maddî bedenlerini, mânevî bir vücuda dönüştürmüşlerdir. Onlar, kendi benliklerini Allah yoluna kurban ettikleri için, en büyük vefâ sahibi olan Rabbimiz, onları gönüllerde yaşatmaya devam etmiştir.

Aslında seven de, sevdiren de O’dur. O’nu seven, O’nu sevmek uğruna bütün dünyevî sevgilerden geçmeyi bilen bu fedâkâr insanların sevgisini Rabbimiz, gök ve yer âlemine îlan etmekte ve kendisinin sevdiği bu kulları, yer ve gök ehlinin de sevmesini emretmektedir.

Allâh’ın rızâsı ve muhabbetine erişmek isteyenler, O’na duydukları sevgi ve bağlılığı her şeyin üzerine çıkarmaya mecburdurlar. Sevgi, kuru bir iddia değildir. İsbat ve fedakârlık ister. Allâh’ı sevdiğini iddia eden çok kimse vardır; ancak nefsinin istedikleri ile Allâh’ın istedikleri çakıştığında Allâh’ın rızâsını her şeyin üstünde tutan çok az kimse bulunur. Bu sebeple Allah’tan râzı olan ve Allâh’ın da kendilerinden râzı olduğu kimseler, azın azıdır.

Böyle kimseler, az oldukları için kıymetlidir. Zaman onları eksiltmez. Tarih onları unutturmaz. Asırların ötesinden, uzak coğrafyalardan gelir, insanın kalbinde taht kurar.

İşte İstanbul’umuzun medâr-ı iftihârı, Ebû Eyyub el-Ensârî de böyledir. Çok yaşlanmış olduğu hâlde, Peygamber Efendimizin “ne güzel asker” iltifatına mazhar olmak için binlerce kilometrelik meşakkatli bir yolculukla İstanbul önlerine gelmiş ve İstanbul fethi için gayret göstermiştir. O, vasiyeti ile de müslüman askerlerin ufkunu açmış ve kendisinin, düşmana en yakın yere defnedilmesini istemiştir. Böylece müslümanlar, onun aziz hatırasına sahip çıkmak için hep düşmanla burun buruna geleceklerdir.

Rabbimiz onun bu cihad azmini ve şehâdet arzusunu karşılıksız bırakmamış, kendisinin şehadetinden asırlar sonra kabri keşfedilmiş ve üzerine türbe, yanına câmi inşâ edilmiştir. O aziz sahabî, Peygamber Efendimizi misafir etmekle iftihar ettiği gibi, İstanbul da o mihmandar-ı Rasûl’e ev sahipliği yapmakla müftehirdir. Gerçekten bugün bile türbesi ve câmisi, ziyaretçisiz kalmaz. Uzak-yakın, Türkiye’nin pek çok yerinden kafileler hâlinde insanlar Medîne kokusu almak için Eyüp Sultan’a akın ederler.

O büyük sahabî, bize toprağın altında nasıl canlı kalınabildiğinin en güzel misallerinden birisidir. Kabirdeyken bile en güzel nasihatlerde bulunmakta; ölümün ve hayatın hakikatini en beliğ şekilde anlatmaktadır.

Hâsılı, öyle bir hayat yaşamalıyız ki, vefatımızdan sonra da arkada kalanlar, hakkımızda hüsn-i şehadette bulunsunlar ve bizim maddî yokluğumuz değil, mânevî varlığımızla yaşadığımız hayattan örnekler alabilsinler…

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle