Kolay Olan Zor Olan; Hayır Olan Şer Olan

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

“Bundan böyle her kim malını hayır için verir, ittikâ eder (takvâ sahibi olur) ve en güzel olanı tasdik ederse, Biz ona kolayı (daha da) kolaylaştırırız. Kim de cimrilik eder, kendini hiçbir şeye ihtiyacı kalmamış görür ve en güzeli de yalanlarsa; ona da en zor olanı kolaylaştırırız.” (el-Leyl, 5-10)

“Kolay olanı kolaylaştırmak”, “zor olanı kolaylaştırmak”, üzerinde bolca tefekkür ve tedebbür edilmesi gerekli âyetler... Zira kolay olan nedir? Neye göre kolaydır? Zor olan nedir, neye göre zordur?

Söz konusu olan Kur’ânî kavramlar olduğu için; “nefsin aslâ devrede olmadığı”, fıtratı göz önüne alarak düşündüğümüz zaman da “vicdanın kendisini yapmakla huzur bulduğu ameller” kolay olanlardır. Hepimiz belki evimizde çocuğumuzu hırpalar, azarlar, belki de kızarız, ama kendimizi suçlamayız; çünkü o an nefsimiz devrededir. Ama ne zaman ki sokakta çocuğuna kızan, hırpalayan anne-baba görsek; aklımıza çocuğun hatalı olup olmaması gelmeksizin anne-babaya kızarız. Çünkü vicdan, mâsum ve muhtaç olanın hırpalanmasını kabul edemez. Kolay olan, nefsin devreden çıkıp da vicdanın güzel gördüğü şeylerdir. Kolay olan, rûhun hassasiyetine, vicdana, fıtrata uygun olanlardır. Hasta anne ve babaya bakmak, mazlûma yardım etmek, ağlayanın gözyaşını silmek, doğru sözlü olmak, vefâlı olmak, güvenilir olmak, ihtiyaç sahibinin ihtiyacını karşılamak, konuşunca doğru konuşmak, vefâlı olmak, dürüst olmak gerçekten çok kolay olandır. Eşe itaat etmek, büyüklere hürmet etmek, vicdanın, rûhun, fıtratın gereğidir. Hâsılı kolaydır.

“-Emin misiniz?” deyişini duyar gibiyim.

Bir şeyin nefse ağır gelmesi, o şeyin kolay olmadığı mânâsına gelmez.

Gıybet etmek, dedikodu etmek, birine iftira etmek, laf taşımak, anne-babaya “Öf!” demek, kibirli davranmak, kendini beğenmek, bizden bir şey isteyene vermemek, yalan söylemek, cidden çok zordur. Lâkin nefse çok kolay gelir. Burada zorluk, rûhun, vicdanın, fıtratın yapısına göredir. Bünyesinde nefret bulunan, öfke bulunan, sevgisizlik bulunan her şey çok zordur. Bünyesinde sevgi bulunan her şey çok kolaydır.

Fakat biz günlük olaylar cephesinden, insanların bu kavramları nasıl değerlendirdiğine bir baksak, kendimizi Kur’ânî anlatımın çok ötesinde buluruz. Bedeni rahatlatan şeyi kolay görüp rûhu, vicdanı zor durumda bırakıp bırakmadığını bilmeyiz. Kıymetli bir kardeşim keder içinde aramıştı:

“-Hocam, şu an hâmile olduğumu öğrendim. Lâkin hâmilelik kanda değerlerin yükselmesi şeklinde görülüyor, daha rahim duvarına tutunma gerçekleşmemiş. Dört çocuğum var, üç sezaryen oldum, birçok da düşüğüm var. Yaşımı da ilerlemiş gördüğüm için doktor bana bir iğneden bahsetti, onu vurdurduğum an hâmilelik sona erermiş. Kafam çok karışık, ben bu çocuğu istemiyorum.”

Cenâb-ı Hak, hâdiseleri bizim nefsimize göre değil, kendi veçhesinden değerlendirir. Bu iğneyi yaptırdığı zaman gerçekten rahatlayacağına kesin olarak emin olup olmadığını sordum. Ya bu iğneden sonra vicdan azabı gelişirse… Şu an iğne yaptırmak, nefis için en kolayı, ama ruh için öyle değil! Ruh ve vicdan bu hâdiseyi, “bir cana kıymak” olarak değerlendirecek… Hayatî tehliken yoksa, ihtimalleri düşünmek bizim işimiz değildir. Kader kendi mecrasında akarken, kulun ihtimal hesapları dikkate alınmaz. Son söz dâim Allâh’ındır.

Bu yaşanan, kardeşimizin kalbinin takvâsının bir imtihanıdır, bu imtihanı kaybetmemek gerekir. Nefsine ağır gelen, ama ruh ve vicdan için kolay olanı yapıp ve teslim olmalı... On gün sonra sevinç içinde telefon açtı; torba, rahme tutunamadan düşmüş. Çok mutluydu. Zor olanı yapmaya devam edenin fıtratı, kalbinin ayarları bozulur. Kolay olanı yapanların ise kalbi selîm, aklı selîm, zevki selîm, fikri selîmdir. Kişinin mânevî derecelerini yükseltir, Allâh’a yaklaştırır.

İnsanlarla hele de eşimizle cedelleşmek, çekişmek, bize pek kolay gelir, lâkin çok zor bir şeydir! Kişinin heybetini, itibarını zedelemekle kalmaz, kalbe korkuyu sevk eder. Hâsılı fıtratı bozar, kalbi yorar, rûhu iş görmez hâle getirir. Her zaman kolay olan, rûha şifâ, sadra şifâ, bedene şifâ iken insanlara ne olmuştur da kolay olanı zor bilmiş, sevmemiş, nefsine ağır gelmiş; zor olanı beğenmiş, tatbik eder olmuştur? Neden insan rahatlıkla gıybet eder, dedikodu yapar, iftira atar, laf taşır? Ahlâkî olmayan her şey, yapılması zor olanken nasıl insanlar rahatlıkla gıybet ederler?

Gıybet gibi, başkalarına dair “duydukları zaman incinecekleri” sözleri söylemek ya da “başkaları hakkında konuşulan boş ve gereksiz şeyleri dinleyip üzerine eklemeler yapmak” olan dedi-kodu; “dedikodu, gıybet ve iftirayı başkalarına taşımak” olan nemîme (koğuculuk); rûhun Allâh’a açılan kapıları olan letâiflerde derin yaraların olduğunun işaretidir. Bu hasletler, doğuştan kazanılmış hasletler değildir. Öğrenilmiş de değillerdir. Doğuştan dedikoducu bir çocuk olmaz, çocuklar gıybeti zaten sevmez, yapmazlar da… Okulları ve arkadaşları ile ilgili küçük çocukların ağzından laf alamazsınız. Öğrenilmiş de değillerdir; nice gıybet eden anne ve babanın çocuğu gıybetten nefret ederler. Eğitimle de ilgili değildir. Koca koca profesörlerin, âlimlerin birbirlerinin arkasından gıybet etmeleri olağan işlerdendir. Demek ki, bu tür mânevî hastalıklar, çevreden ziyade kalple ilgili, kalbin takvâsı ile ilgili hallerdir

Bu kötü hasletler, hastalığın şikâyetleridir. Esas dert, hastalığın sebeplerini ortaya çıkarmaktır ki, çözüm bulabilelim. Leyl Sûresi’nin 5- 6. âyetleri, bu hastalığın sebeplerini çok net bildiriyor:

1- “Kim ittikâ ederse…” “İttekâ” fiili; “Allah’tan korkmak, sorumlulukları yerine getirmek, günah işlemekten azamî derecede sakınmak, duyarlı olmak” mânâlarına gelmektedir.

2- “Kim a’tâ ederse…” Âyetteki “a‘tâ” fiili, “başkaları için harcamada bulunmak, Allah için insanlara karşılıksız iyilik yapmak, yardımcı olmak” anlamlarına gelip sevgi, ilgi, şefkat, merhamet, tecrübe, danışmanlık, yardım ve sahiplenmek gibi insanî duyguların hepsi birer a’tâdır.

3- “Güzel olanı doğrularsa…” Altıncı âyette geçen” el-husnâ” kelimesi, “güzel, en güzel” demek olup, bizâtihî güzel olan, bütün güzelliklerin yegâne yaratanı ve sahibi olan Cenâb-ı Allah, her şeyin en güzelidir. Kim ki O’nu doğrularsa…

İşte o zaman “Ona kolay olanı daha da kolaylaştırırız.” (el-Leyl 7) âyet-i celîlesi tecellî eder. Cenâb-ı Allâh’ın rahmeti ile O’na dayanmak ve güvenmek ve teslim olmak ile kolay olan, daha da kolaylaştırılır.

Kişiye, sıdk gibi kişinin özünde-sözünde, duruşunda-fiillerinde dosdoğru, zerre yalansız olması; insanlara verdiği sözü tutup, aldığı emanete riâyet etmesi, konuşunca hakkı söylemesi, vefâlı olması, güvenilir olması çok kolay gelir. Cenâb-ı Hakk’ın rahmet pınarından kana kana içer artık. Takvâ sahibi, günahlardan korunan, a’tâ sahib, karşılıksız iyilikler yapıp yardımlarda bulunan, bir de her şeyin en güzeli olan Allâh’ı tasdik eden, O’na inanıp bağlanan kişi hem vicdan sahibidir, hem ahlâk sahibidir, hem rûhu cevvaldir, hem de anasından doğduğu gibi bozulmadan tertemiz bir fıtratla kalabilmiştir.

* * *

Cenâb-ı Hakk’ın “Allah’tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın…” (Âl-i İmran, 159) âyet-i kerîmesinde ifade buyurduğu gibi, kişide meydana gelen güzellikler, Allâh’ın rahmetinden dolayıdır. Kuluna rahmet etti mi Mevlâmız, kolayı daha da kolaylaştırır, bu kolaylaştırma işleminde, yardım etsinler diye meleklerini de seferber eder.

* * *

1- “Kim de cimrilik eder, kendisini müstağnî görürse…” (el-Leyl, 8) yani kendisini yeterli bilip Allâh’a karşı ihtiyaçsız görürse…

“Hayır! Şüphesiz insan, kendisini ihtiyaçtan kurtulmuş, yeterli görürse, mutlaka azar (isyân ederek) haddini aşar.” (el-Alak, 6-7) âyeti ile de belirtilmiş olduğu gibi, isyan eder, haddini aşar ve azar.

2- “Bir de en güzeli yalanlarsa…” (el-Leyl 9) artık “zor olanı yapmak, ona iyice kolaylaştırılır.” (el-Leyl, 10)

Gıybet, dedikodu, iftira, yalan söylemek gibi hasletler esasında aysbergin görünen tarafıdır. Görünmeyen tarafında ise, cimri olması, kendisini müstağnî ve ihtiyaçsız görmesi; Hak olan, en güzel olan Allâh’ı, kâinatın, bütün varlıkların onun tevhidini birliğinin doğrulaması gerektiği hâlde yalanlaması yatmaktadır.

Abdullah ibni Abbas -radıyallâhu anhümâ- şöyle rivayet etmektedir:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanından geçmekte olduğu iki mezar hakkında şöyle buyurdu:

«Bu ikisi, kendilerince büyük olmayan, aslında büyük olan birer günahtan dolayı azâb görüyorlar. Biri koğuculuk yapardı; diğeri ise, idrarından sakınmaz, iyice temizlenmezdi.» (Buhârî, Vudû, 55, 56)

Bu hadîs-i şerîf, koğuculuk, yani laf taşımanın içinde kul hakkı barındıran ciddî ve önemli bir günah olduğuna işaret ettiği halde bazıları sorarlar:

“-Kabirde azap olur mu hiç? Daha amel defterleri açılmadı, mîzan terazisi kurulmadı, günahlar ve sevaplar belirlenmedi. Öyle olduğu hâlde kabirdekiler neye göre azap çekiyorlar?”

O zaman onlara söylenmeli ki; madem amel defterleri açılmadı, neden Nâziât sûresinde “nâziât” (kâfirlerin rûhlarını şiddetle alan) meleklerden, ve “nâşidât” (inananların rûhlarını kolayca çekip alan) meleklerden bahsedilir.

“-Nasılsa amel defterleri açılmadı; ne gerek var aynı işi farklı şekillerde yapan meleklere… Herkesin rûhu aynı şekilde kabzedilsin. Mîzanda hesaplaşma olsun, iş burada başlamasın o zaman…”

Bu fikir, sizin fikriniz, Cenâb-ı Hak daha farklı tasarrufta bulunmaktadır.

“Melekler yüzlerine ve arkalarına vurarak ve:

«Tadın yakıcı cehennem azabını!..» (diyerek) o kâfirlerin canlarını alırken onları bir görseydin!” (el-Enfâl, 50) âyet-i kerîmesi de mîzan kurulmadan kişinin ameline göre, özel müdahaleler olduğunu apaçık işaret ediyor.

İster Nemrut olsun, ister Firavun, ister gıybette zirve yapan olsun, insanlar ne kadar zâlim olurlarsa olsunlar; etrafında güvenilir, sâdık, laf taşımayan kişilerle çalışmak isterler. Burada bir çelişki yok! Zira nefis, kendi menfaatine uyanları seçmekte pek mâhirdir. O da bilir ki, gıybet eden de, koğucu olanda bir hayır yoktur!.. Önemli işlerini, aslâ onlara havâle etmez, aslâ onlarla istişâre etmezler. Herkes; sıdk, emanet ve güven sahibi kişilerle müşkillerini halletmek isterler.

Mekkeli müşrikler, Peygamber Efendimizden nefret ettikleri, O’na îmân etmedikleri, arkasından her türlü kötülüğü yaptıkları hâlde kıymetli eşyalarını, paralarını Allah Rasûlü’ne emanet ederlerdi ve kendileri gibi olan -güya- dostlarına emanet etmezlerdi.

 Gıybetçi, nemîmeci (laf taşıyan) kadar, diken üstünde duran, huzursuz bir başka varlık yoktur. Çünkü hiçbir zaman kendilerini güvende hissetmezler. Hiçbir zaman kalpleri sükûnet içinde değildirler. Yaptıkları bu kötü amellerin bir yerlerden karşılarına çıkacağını iyi bilirler, o sebeple de karşılarına çıkıp da:

“-Sen benim arkamdan bunu neden söyledin?!” diyene verdikleri cevap, her zaman, ama her zaman inkâr olmuştur.

“-Yalan, ben yapmadım!” derler.

O kadar çok kaçak dövüşürler ki, gıybeti sahiplenen olmaz. Zaten “Ben söyledim.” diyen, gıybet etmez. Gıybetçinin en mühim ikinci hastalığı da yalan söylemektir. Yalan söylemeyen, aslâ gıybet etmez.

Gıybet edenin, nemîmecinin attığı zehirli söz okları, ilk önce kendi kalbini zehirler. Kalplerinin daha da derininde hırs, öfke, nefret, haset vardır. Onun daha da derininde kibir ve enâniyet vardır. Onun daha da derininde gıybet ettiği kişinin varlığını kabullenememe vardır. Daha da derininde Cenâb-ı Allâh’ın taksimatına rızâ göstermemek, O’ndan râzı olmamak vardır. Gerçekten gıybet edenin şuuraltını araştırma imkânımız olsaydı, karşımıza çıkan tablo bizi dehşetlerde bırakırdı. Yani kişi, saf saf gıybet etmez. Kendisi bir sîgâya çekilse, içindeki kötülüklerden aklı çıkar.

Hangisi daha kötü diye sorarsak, akıl da bilir ki, laf taşımak en berbatıdır. Çünkü gıybet ortaya atılmış bir ok iken, laf taşımak, o oku alıp gıybeti edilenin kalbine saplamak demektir. O sebepten bu amelin sahibinin ızdırâbı son nefesini verirken başlamakla birlikte kabirde de devam eder. Mahşerde amel defterlerinin açılması ile haklarında son karar verilir.

“Zor olanı yapmanın kendisine kolaylaştırıldığı” insanlar, âkıbeti ağır vicdan azabı olacak amellerini işlerlerken, çok kişinin kalbini de incitirler. Hanımlar sorarlar:

“-Birisinin gıybetimizi yaptığını duyduğumuzda çok üzülüyoruz, sinirleniyoruz. Gidip ona bir iki laf söylemek istiyoruz. Hattâ hakkımızı helal etmiyoruz, mahşerde görüşürüz diyoruz! Bunlar çare midir, bilemiyoruz.”

Aklıma hemen İfk hadisesinde Hazret-i Âişe için Cenâb-ı Hakk’ın sözleri geliveriyor:

“O ağır iftirayı uyduranlar, sizin içinizden bir gürûhtur. Bu iftirayı kendiniz için kötü bir şey sanmayın. Aksine o sizin için bir hayırdır. Onlardan her biri için, işledikleri günahın cezası vardır. İçlerinden (elebaşılık ederek) o günahın büyüğünü üstlenen için ise ağır bir azap vardır.” (en-Nûr, 11)

Neden iftiraya uğrayan için, hakkında gıybet edilen için bu hâdiseler “hayırdır”, “şer değil” dersek… Kişi kendisinin arkasından söylenen çirkin sözü işittiği an kalbindeki o yanan ateşin büyüklüğünü bildiği hâlde, teslim olur da takdiri Allah’a bırakırsa, Cenâb-ı Hakk’ın katındaki mânevî makamı zirve yapacak, Allâh’a yaklaştıkça yaklaşacaktır. Kişinin kendisi ibadetlerle gayret etse o makama kolay gelemez. Özellikle dil günahlarının mağdurlarına, bu işi hayır olarak görebildikleri takdirde; hem dünyada, hem de âhirette büyük mükâfâtlar vardır. Hasan Basrî Hazretleri’nin gıybetini yapana hediye göndermesi bundandır.

“-Gıybetimi ederek, hem mânevî makamımı yükselttin, hem günahlarımı sildirdin, hem de kendi sevaplarını bana aktardın. Bu derece cömert olduğun için sana olan bu ikramımı kabul buyur!” demiştir. Gerçekte durum budur.

 Gıybetçi, bizim itibarımızı düşürmek için gayret ederken, hem Hakk’ın yanındaki hatırını târumâr etmekte, hem de gıybet ettiği kişinin âhiretini inşâ etmek için çalışmaktadır. Âh bir bilse ona neler kazandırdığını, bir daha ağzını açmazdı.

Bu, işin âhirete bakan tarafı… Peki dünyada işler nasıl yürür? Gıybetçi ve avâneleri gerçekten itibar zedeleyebilirler mi? İşler tam tersine de dönebilir; itibarsızlaştırmak istedikleri kişi büyük bir itibar da kazanabilir. Başkalarının arkasından rahatlıkla konuşanlar, maksatlarına, Allah izin vermedikçe ulaşamazlar. Nice şerri, Cenâb-ı Allâh’ın hayra çevirdiği bilinen şeydir. O sebepten, gıybetçinin, nemîmecinin, iftiracının ömrü hasretle geçer, hasretle biter. En büyük hayal kırıklıklarına onlar uğrarlar.

Gelelim onları affedip affetmeme meselesine… Kişi affettiği zaman kendi rûh ve beden sağlığına büyük bir yatırım yapmış olur. Affetmek sûretiyle Cenâb-ı Hakk’ın affına da mazhar olunur. Şu unutulmamalıdır ki, bizlerin o kişiyi affetmesi, Cenâb-ı Allah’ın da affetmesi mânâsına gelmez. “Gayretullah” denen, Cenâb-ı Hakk’ın derin darbesi, kulun Allâh’a teslim olup O’na dayanması ve o konudaki son kararı tamamen Cenab-ı Hakk’a bırakmasından sonra başlar.

“-Sen bilirsin Allâh’ım!” sözü, ne kadar da tesirlidir!..

Tevbe Sûresi’nin 80. âyet-i kerîmesi, buna benzer bir hâdiseye işaret eder.

(Ey Rasûlüm!) Onlar için ister bağışlanma dile, ister dileme (fark etmez.) Onlar için yetmiş kez bağışlanma dilesen de, Allah onları aslâ affetmeyecektir. Bu, onların Allah ve Resûlü’nü inkâr etmiş olmaları sebebiyledir. Allah, fâsık topluluğunu hidayete erdirmez.”

Cenâb-ı Hak için mazlûm kulu kıymetlidir. Kul aradan çıktığı ân Cenâb-ı Hak, hâdiseyi ele alır, meleklerini seferber eder. Kul, keşke böyle konulara hiç girmese, insiyatif kullanmayarak sadece:

“-Ben âcizim, Sen bilirsin Rabbim!” deyiverse ve seyretse…

“… Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur. Olur ki sevip arzu ettiğiniz bir şey, sizin için şerli olur. Gerçeği Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 216) buyurmuyor mu Rabbimiz…

Görünüşte zor gibi olan nice amel de gerçekten kolay olandır, Leyl Sûresi’nde tefekkür ettiğimiz gibi… İnsan ilişkileri, insanlarla iletişim hususunda çok büyük sırlar taşır. Gerçek kazancın nerede olduğunu bilme noktasında kul, âciz kalabilir. Zor zannettiği nice şey kolay olan, şer zannettiği nice şey de hakkında hayırlı olandır. Kula düşen teslim olmak, Allah’a dayanmak, sonsuz ilim ve kudret sahibine işi teslim etmektir. Kısacası, bize düşen sadece kulluktur…

Rabbim hakkı ile kendisine kul etsin bizleri… Biz atâ ve ihsanda bulunalım, ittikâ edelim, en güzeli tasdik edelim, zuhûrâta tâbî olup encâmını seyredelim. Seyir ne güzeldir, hele kulda sabır da varsa, tadına doyum olmaz.

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle