Vefa Tahtının Sultanı

Bugün yeni neslimize “Vefâ nedir?” diye soracak olsak, acaba cevap alabilir miyiz?

Vefâ sadece bir semt adı veya bir okul adı olarak mı kaldı zihinlerde? Ya da vefânın sadece tarifi mi kaldı, tozlu lügatların açılmamış sahifelerinde…

 Her yıl Siyer-i Nebî dersimizin konularını işlerken Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâsı ile ilgili örneklerle karşılaşınca:

“-Vefâ nedir?” diye soruyorum talebelerime…

Ya hiç cevap alamıyorum ya da birkaç tahmin yürütülen cevaplarla yetinmek zorunda kalıyorum. Vefânın tarifini verince, herkes not almaya başlıyor. Anlıyorum ki, vefâ artık hiç kimsenin ilgisini çekmeyen bir kelime olarak, lügat sayfalarında kalmış maalesef! Bu bile bizim, dilimize, dînimize, hattâ ahlâkımıza vefâsızlığımızın acı bir işareti değil mi?!

Peki, nedir vefâ?

Vefâ; verilen söze sâdık kalmak... Sevgi ve iyiliği hep devam ettirmek... Yapılan iyiliğin karşılığını madden ödese bile, kendisine yapılan iyiliği hiç unutmayıp o iyiliğe hep iyilikle mukâbeleye devam etmek demektir.

Vefâ, Kur’ân-ı Kerîm’de, “tamamlamak, eksiksiz tam olarak yapmak” mânâsında, ölçü ve tartıyı tam ölçmek[1], karşılığını tam ödemek[2] gibi âyetlerde geçen bir kelimedir. Ahdine bağlılık gösterip, sözünün gereklerini tam mânâsıyla ve sonuna kadar yerine getirmeye de “vefâ” denmiştir.

Vefânın zıddı olan “ğadr” ise, “eksik bırakmak” mânâsında yine bazı âyetlerde geçmektedir.[3] Bir söz verildiği zaman veya bir nevî sözleşme yerinde olan beraberlikler kurulduğu zaman bunun yüklediği mesûliyeti sonuna kadar taşımaktır, vefâ... Ahdinin gereklerini eksiksizce yerine getirmek mânâsına gelen ahde vefâ, yüksek şahsiyetlerin bir özelliğidir.

Vefânın tariflerine baktığımızda, en büyük vefâmızın Rabbimize olması gerektiğini Kur’ân-ı Kerîm’deki şu âyete bakarak hemen anlarız:

“…Bana verdiğiniz sözü tutun ki, Ben de size verdiğim sözü tutayım...” (el-Bakara, 40) 

 Zira Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı her insan, rûhlar âleminde, “Elest bezmi”nde Rabbi ile sözleşmiş, Rabbimizin:

“-Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sözüne:

“-Belâ; yani evet sen bizim Rabbimizsin!” diyerek bir ahit gerçekleştirmiş. Bu sözleşmeye vefâ olarak her insan, Rabbini bilip O’na kulluk etmeye mecburdur.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüce ahlâkına baktığımız zaman, Onun bütün hayatının mükemmel vefâ örnekleri ile dolu olduğunu görürüz.

Kendisini çocukluğunda büyütüp yetiştiren süt annesi Hazret-i Halime Hatun’a ve onun çocuklarına, yıllar sonra bile iyiliğe ve ikrama devam etmesi… Amcası Ebû Tâlib’in Peygamberimizi çocukluğundan itibaren himayesine mukabil bir vefâ olarak Hazret-i Hatice Annemiz’le evlenir evlenmez, Hazret-i Ali’yi yanına alması, büyütüp yetiştirmesi ve o yıllarda fakirlik çeken amcasının yükünü hafifletmesi…

Yine Ebû Tâlib’in hanımı Fâtıma binti Esed’e karşı da her zaman minnet duymuş ve vefâsını hep izhâr etmiştir. Onun hakkında:

“-O benim annemdi. Kendi çocuklarından önce benim karnımı doyururdu. Kendi çocuklarından önce benim saçımı tarardı.” buyurmuştur.

Hazret-i Fâtıma binti Esed vefat ettiği gün de çok üzülmüş ve ashabına:

“-Bugün annem vefat etti!” demiştir.

Peygamberimiz sırtından gömleğini çıkarıp verdi ve bunun ona kefen yapılmasını istedi. Cenaze namazını bizzat kendisi kıldırdı. Fâtıma binti Esed’i kabre koymadan önce indi, bir müddet kabirde uzandı. Bunu neden yaptığını soranlara:

“-O benim annemdi. Amcam Ebû Tâlib’den sonra bu kadıncağız kadar bana iyiliği dokunan başka bir kadına rastlamadım. Cennet elbiselerinden giydirilsin diye gömleğimi ona kefen yaptım. Kabir kendisine rahat gelsin diye de bir müddet kabrinde uzandım.” (Hâkim, III, 116-117; Heysemî, IX, 256-257)

Hazret-i Fâtıma binti Esed’in üzerine toprak atıldıktan sonra, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- duâ etti ve ardından tebessüm ederek şu müjdeyi verdi:

“Cebrâil -aleyhisselâm-; «Bu kadın, cennetliklerdendir.» diye bana haber verdi. Allah Zülcelâl, meleklerinden yetmiş binini cenâze namazı için vazifelendirdi.” (Tabakât, 8, 222)

* * *

Peygamberimizin en büyük vefâ örneklerinden biri de, henüz bir köle olan Zeyd bin Hârise’yi evlât edinmesinde görülür.

Zeyd bin Hârise, Peygamber Efendimizin âzatlı kölesidir. Aslında hür bir âilenin çocuğu iken sonradan esir alınarak köleleştirilmiştir. Şöyle ki:

Zeyd bin Hârise, bir gün annesi ile Ma’n bin Tayy kabilesindeki akrabalarını ziyarete giderken, kervanları baskına uğrar ve yakalanan Zeyd, Arap panayırlarında köle diye satışa çıkarılır. Daha sekiz yaşındaki Zeyd’i, Mekke’de Hâkim bin Hizam, halası Hazret-i Hatîce adına 400 dirheme satın alır. Hazret-i Hatîce Annemiz, bu köleyi çok sever ve en sevdiği kimse olan Peygamber Efendimize onu hediye eder.

Peygamber Efendimiz, Zeyd’i, on yaşına geldiğinde âzâd etmek ister. Zeyd buna râzı olmaz. Bu arada Zeyd’in âilesi, çocuklarının izini bulmuş ve Zeyd’in babası Hârise ve amcası Kâ’b, Mekke’ye gelerek oğullarını memleketlerine götürmek üzere Peygamber Efendimiz’den ricada bulunmuşlardı. Oğullarının fidyesini de getirmişler ve onu sahibinden satın almak istemişlerdi. Peygamber Efendimiz, onlara, bu husûsu Zeyd’e sormalarını teklif etti:

“–Eğer Zeyd isterse, sizinle dönebilir; üstelik ücret vermenize bile gerek yok!..” dedi.

Amcası ile babası bu duruma çok sevinmişlerdi. Zeyd’in kendileriyle gelmeye can atacağını düşünüyorlardı. Fakat umdukları gibi olmadı. Zeyd, babasını değil, kendisine daha peygamberlik vazifesi verilmemiş olan Hazret-i Muhammed’in yanında kalmayı seçmişti. Babası çok şaşırdı:

“–Sen köleliği, babanın yanında bulunmaya mı tercih ediyorsun?!” dedi. Zeyd:

“–Ben, O’nda öyle bir şey gördüm ki, kendisinden ebediyyen ayrılmam mümkün değil!..” diye karşılık verdi.

Yapacak fazla bir şey yoktu. Babası ve amcası, o üzüntüyle eli boş olarak memleketlerine geri döndüler.

Zeyd’in Hazret-i Peygamberimizi seçmesi üzerine, “sâhibu’l-vefâ” olan Peygamber Efendimiz, o günün âdetlerine uyarak, onu Kureyşli bir kalabalığın içinde, bir taşın üzerine çıkarmış ve yüksek sesle:

“–Zeyd, bundan sonra benim kölem değil, evlâtlığımdır!..” diyerek çevresindekilerin şehâdetiyle onu evlât edinmiştir.

İşte Zeyd, o günden sonra Allah Rasûlü’nün yanından ayrılmamış ve Peygamber Efendimize ilk îmân eden bahtiyarlardan biri olmuştur. Peygamber Efendimiz, Hazret-i Hamza’nın Müslüman olmasından sonra, Zeyd’i onunla kardeş yapmıştır. Zeyd, Tâif’te Peygamber Efendimize atılan taşlara kendisini siper etmiş ve her fırsatta Allah Rasûlü’ne olan muhabbetini izhâr etmiştir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de onu bir baba gibi bağrına basmış ve hayatı boyunca himâye etmiştir. Peygamber Efendimiz, Zeyd bin Hârise hakkında şöyle buyurmuştur:

“O, gerçekten kumandanlığa lâyıktır. Ve gerçekten o, en çok sevdiklerimdendir.” (Buhârî, Fedâil, 17)

İbn-i Ömer de şöyle demiştir:

“Babam Ömer, (Zeyd bin Hârise’nin oğlu) Üsâme’ye benden daha fazla maaş bağladığında, kendisine bunun sebebini sormuştum. O da bana şöyle dedi:

«O, Rasûlullâh’a senden daha fazla sevgili idi, babası da Rasûlullâh’ın yanında senin babandan daha sevgiliydi.»” (Tirmîzî, Menâkıb, 46)

Bu hadîs-i şerîflerden de anlaşılacağı üzere, Zeyd ile Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- arasında sıkı bir sevgi bağı bulunmaktadır. Öyle bir sevgi bağı ki, ana-baba, akraba-memleket sevgisine tercih edilecek bir sevgi…

Misallerde görüldüğü üzere, Peygamber Efendimizin Zeyd’e olan vefâsı hep devam etmiştir. Aynı şekilde Zeyd -radıyallâhu anh- da Allah Rasûlü’ne vefâsını ömrü boyunca devam ettirmiş ve bu vefâsını birçok Sahâbe-i Güzîn Efendilerimiz gibi şehâdet ile süslemiştir. Onların bu vefâsı, âyet-i kerîmede şöyle övülür:

“İnananlardan öyle yiğitler vardır ki, Allâh’a verdikleri sözü yerine getirip sadâkatlerini ispat etmiş; kimisi ahde vefâ gösterip canını vermiş; kimisi de (şehidliği) beklemektedir...” (el-Ahzâb, 23) 

Peygamberimizin en büyük ve de en can alıcı vefâ örneği de Mekke’nin fethinden sonra olmuştur.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, fetihten sonra Mekke’de on beş gün kalınca, bu durum, Medîneli Müslümanları, yani Ensârı endişelendirmişti. Onlar, Peygamber Efendimizin doğduğu-büyüdüğü şehri fethetmek sûretiyle, artık buraya yerleşeceğini düşünüyorlardı. Burada eski hâtıralar, Hazret-i İbrahim’in inşâ ettiği Kâbe vardı.

Safâ Tepesi’nde duâ etmekte olan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ensâr-ı Kirâm’ın bu tereddüt ve tedirginliğini hissetti. Duâsını bitirdikten sonra, onlara döndü ve:

“-Aranızda konuştuğunuz nedir?” diye sordu.

Onlar da endişelerini dile getirince, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- büyük bir vefâ örneği göstererek şöyle buyurdu:

“-Ey Ensâr! Öyle bir şey yapmaktan Allâh’a sığınırım. Ben sizin memleketinize hicret ettim. Hayatım hayatınız; ölümüm de sizin yanınızdadır.”

Bu ifadelerin ardından Ensar’ın endişesi zâil oldu. (Müslim, Cihad, 84, 86; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 538)

Kısacası vefâ; sonsuz nîmet ve lûtufta bulunan Cenâb-ı Hakk’a karşı dâim şükür ve minnet altında bulunmak; insanlardan görülen iyilikleri unutmamak, kadirşinas olmak, dostluğun, arkadaşlığın kıymetini bilmek, beşerî zaaflar sebebiyle dost ve akrabadan gelen hataları da görmezden gelmek ve affetmek demektir. Rabbimiz, bu güzel ahlâktan cümlemize hisseler nasip etsin. Bizi, gönüllerin vefâ sultanı Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile cennette buluştursun. Âmîn.

 

[1] el-İsrâ, 35.

[2] Hûd, 15.

[3] el-Kehf, 47, 49.

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle