Takvanın Şartları

Takvâ kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de mü’minlerin en önemli sıfatlarından biri olarak zikredilmektedir. Takvâ, “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, itaat etmek, korkmak, çekinmek” mânâlarındaki vikâye kelimesinden türemiştir.

Istılah mânâsı ise, “Allâh’a itaat ederek azâbından sakınmak” demektir. Bu kelime, kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de farklı kalıplarda 258 yerde geçmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de takvâ sahiplerinden bahsedilirken Allâh’ın onları Cehennem azâbından koruduğu anlatılır.[1] Öte yandan Kur’ân-ı Kerîm’de “takvâ” şeklinde kullanılışı da on yedi yerde geçmektedir.[2]

Tefsir kitaplarında takvâya ve aynı kökten gelen kelimelere genellikle, “Allah’tan korkmak!” mânâsı verilmiştir. “Takvâ” ve “ittikā” kelimelerinin içerdiği korku, Allâh’a duyulan saygıdan kaynaklanır. Böyle bir duygu, mü’minleri kötülükten ve günahtan vazgeçirir, iyiliğe ve hayra sevk eder.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Allâh’ım, Sen’den yine Sana sığınırım!”[3]

“Allâh’ın gazabından Allâh’a sığınırım!”[4] diye duâ ederdi.

Takvâ da Allâh’ın gazabından, yine O’nun korumasına sığınmaktır. Kur’ân’da mü’minlerin şeytandan, fitneden, Cehennem’den, kıyâmetten, kendilerini korumaları istenir.

Takvâ; kötülük ve zarar gelen her şeye karşı ilâhî korumayı talep etmektir. Bu da günahlardan kaçınmak ve iyiliğe yönelmekle gerçekleşir.

Yine takvânın farklı mânâlarını ifade edecek olursak; Allâh’a karşı sorumlulukların farkında olarak günahlardan korunma ve günahlara karşı savunmadır. Takvâ; Allâh’a şükredip O’na olan minnet borcunun şuurunda olarak kendini günahlardan, nefsânî kötülüklerden koruyarak sağlanır. Takvâ sahipleri, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i örnek alarak, Allâh’ın rızâsını kazanmaya gayret gösterirler.

Kur’ân-ı Kerîm’de takvâ sahiplerini öven birçok âyet-i kerîme bulunmaktadır. Bunlardan ikisi şu şekildedir:

“…Allah, takvâ sahiplerini sever.” (Âl-i İmrân, 76)

“Hiç kuşkusuz ki Allah, takvâ sahipleri ve ihsanda bulunanlarla beraberdir.” (en-Nahl, 128)

Yazımızın konusunu oluşturan ve “Takvânın Şartları” başlığını vermemize sebep teşkil eden âyet-i kerîme, Bakara Sûresi’ni 177. âyet-i kerîmesidir. Bu âyette, gerçek “birr”e yani hakikî fazîlete kavuşmanın veya takvâya ermenin şartları, Rabbimiz tarafından beyan buyrulmaktadır.

Âyet-i kerîmenin meâli şöyledir:

“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allâh’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere îmân eder. (Allâh’ın rızâsını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, yardım isteyenlere ve özgürlüğünü kaybetmiş olanlara (kölelere) sevdiği maldan harcar. Namazı kılar, zekâtı verir. Anlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar bunlardır ve işte takvâ sahipleri de ancak bunlardır.” (el-Bakara, 177)

İslâm, bütün yönleri ile kabul edilerek mü’minin hayatında tezâhür etmesi gereken bir dindir. İslâm’ın insan hayatında kâmil mânâda tesirini göstermesi için, mü’minin Allâh’ın emir ve yasaklarına tam bir teslîmiyet içinde olması ve şartsız olarak bu dîni bütünüyle kabul etmesi gerekir. Bu mânâda mü’minin mânevî yönünü îmar eden bazı hususiyetler vardır: İhlâs, takvâ, cömertlik, fedâkârlık, merhamet gibi vasıflar, bu mânevî muhtevâyı oluşturan ve mü’mine âdeta “mü’minlik rûhu veren” özelliklerdir. 

Âyet-i kerîmede iki önemli mefhumla karşılaşıyoruz: İlki “birr: iyilik” kelimesi, diğeri ise bu âyette neredeyse “birr” kelimesi ile eş anlamlı olarak kullanılan “takvâ” kelimesidir. “Birr” kelimesinin geçtiği âyetler, bütün olarak değerlendirildiğinde bunun Kur’ân’da, îman ve ibadetten başlamak üzere her türlü iyilik, ihsan, itaat, doğruluk, günahsızlık gibi mânâları ifade ettiği görülür. Burada “birr” kelimesinin muhtevâsı içinde bahsedilen iyilik, güzellik ve faziletler; îman, ibadet, sosyal ve ferdî ahlâka ilişkin esaslar şeklinde dört bölümde toplanabilir. Elbette bu güzel haslet ve meziyetler, âyet-i kerîmede sayılanlardan ibaret değildir. Ancak burada en önemlileri zikredilerek bunlar misal verilmiştir.[5]

Âyet-i kerîmenin baş tarafında ifade buyrulan “birr” kelimesi ile son tarafında buyrulan “takvâ” kelimesi arasında geçen özellikler, bir mânâda fazilet ve takvâ sahibi olmanın şartları olarak sıralanmıştır:

-Allâh’a ve âhiret gününe îman etmek,

-Allâh’ın meleklerine, gönderdiği kitaplara ve peygamberlere îman etmek,

 -Sevdiği maldan yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, yardım isteyenlere ve hürriyetini kaybetmiş olanlara harcamak,

-Namazı kılıp zekâtı vermek,

-Anlaşma yaptığında sözünü tutmak,

-Darlıkta, hastalıkta ve savaş zamanında sabretmek.

Söz konusu âyetin devamında, gerçekten dürüst ve takvâ sahibi sayılması gerekenlerin, zikredilen hasletleri kazanmış kimseler olduğu ifade edilmektedir. Diğer taraftan “birr” kelimesiyle “sıdk” ve “takvâ” kelimeleri arasında yakın bir irtibat kurulması, Kur’ân’ın mefhumları arasındaki âhenk bakımından oldukça önemlidir.

Aynı mevzuda dikkat çekici başka bir âyetin meâli de şöyledir:

“…İyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşın; kötülük ve düşmanlık yolunda yardımlaşmayın. Allah’tan sakının. Çünkü Allâh’ın vereceği cezâ çok çetindir.” (el-Mâide, 2)

Görüldüğü gibi burada “birr” kelimesi “ism”in, yani kötülük ve günah mefhumunun zıddı olarak kullanılmış ve takvâ ile birlikte zikredilmiştir. Böylece Kur’ân’da “birr”, “sıdk” ve “takvâ”nın, birbirini tamamlayan ahlâkî fazîletler olduğu bir kere daha vurgulanmaktadır.

 Hadîs-i şerîflerde de bu üç mefhumun birbiri ile irtibatını ortaya koyan ifadelere rastlamaktayız. Meselâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“...Ben sizin aranızda Allah karşısında en çok takvâ sahibi, en doğru ve en iyi olanınızım.”[6] buyururken kendisini bu üç üstün nitelikle tanıtmıştır.

Netice olarak şunu ifade edebiliriz: Takvâya erebilmek ve hakikî bir mü’minlik kıvamında olabilmek; Rabbimizin ölçülerini koyduğu gerçek ahlâkî özelliklere sahip olmanın yanında, îmânî konularda tam bir teslîmiyet, amelî konularda tam bir samimiyet ve infak konusunda da tam bir fedakârlık içinde olmayı gerektirmektedir.

İslâm, öyle baştan savma ve alelâde yaşanacak ve -hâşâ- “Öyle de olur, böyle de olur!” denip küçümsenecek bir din değildir. Aksine o, her an Allâh’ın huzurunda olunduğu şuuruyla îtina gösterilecek, her davranışımızın âhirette önümüze konacağı endişesiyle üzerine titrenecek bir hayatın ta kendisidir. Dünyevî işlerini yaparken bile en güzel şekilde yapıp kendi mührünü vurmak isteyen kimselerin, âhiretteki ebedî saâdet veya felâketinin sebebi olacak dînî hayat hakkında lâubâlî olması düşünülemez, düşünülmemelidir.

 

[1] ed-Duhân, 56.

[2] el-Bakara, 197; el-Mâide, 2; el-A‘râf, 26; et-Tevbe, 108; Tâhâ, 132.

[3] Müslim, Salât, 222; Tirmizî, Deavât, 112.

[4] Tirmizî, Cihâd, 26.

[5] Tafsilât için bkz. Kur’ân Yolu Tefsiri, DİB Yayınları, c: 1, sh: 263-264.

[6] Buhârî, İ‘tisâm, 27; Müslim, Hac, 141.

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle