Sunuş

Muhterem Okuyucularımız;

Tasavvufun gayesi, insanı, Allâh’ı seven ve Allâh’ın sevdiği kul kıvamına ulaştırmaktır.

Allâh’ı seven kul; önce Allâh’a îman eder, O’nu tanımaya çalışır (mârifetullah), yaratılış maksadının O’na kulluk olduğunu bilir. Kalbiyle tasdik ettiği îman esaslarını dili ile ikrar eder, bütün organlarıyla o îmanın gereğini ihlasla, takvayla, Allâh’ı her an görüyormuşcasına (ihsan) severek ve hesap verme şuuruyla hayatına tatbik eder. O, birileri görsün diye yaşamaz. Her şeyi duyan ve her şeyi en ince teferruatına kadar bilen Allâh’ın, yaptıklarından haberdar olması kâfîdir. İbadetlerini birilerinin gözüne girmek veya birilerinden korktuğu için yapmadığı gibi; iyilik, ikram ve cömertlik gibi güzel hasletlerini de insanların gözüne sokmaya çalışmaz. O, Rabbinin kendisine ihsan ettiği ne varsa, cömertçe Allâh’ın kullarına ihsan eder. Malını, makamını, bilgisini, gençliğini, sağlığını, kısacası sahip olduğu her türlü nîmeti, kendi cinsinden olarak infak eder. O, Cenâb-ı Hak kendisinden râzı olduktan sonra kullarının râzı olup olmamasına takılmaz. Yine Cenâb-ı Hakk’ın gazabını çekecek bir hataya düşmekten de son derece sakınır. Zira kullar kendisini göklere çıkarsa da asıl olan Allâh’ın iltifat yahut gazabıdır. Rabbinin kendisine takdir ettiğine râzı olur. Tedbir ve tevekküle riâyet ettiği hâlde, başına gelmiş olan her türlü mihnet ve musibetin Cenâb-ı Hakk’ın bir imtihanı ve takdiri olduğunu bilir; ecrini O’ndan bekleyerek sabr-ı cemîl ile mukabele eder.

Allâh’ı seven kul, Allâh’ın kendisini sevmesinin, Rasûl-i Ekrem’e muhabbet, bağlılık ve itaatle olacağını bilir. Peygamber Efendimizi sevmeden, Allâh’ı sevmek mümkün değildir. Allah ve Rasûlü’ne karşı duyulan sevgi, sadece kuru bir iddiadan ibaret olamaz. Bu söz, amellerle bir ömür boyu isbat edilmelidir.

Bu merhalelerin hakkını veren kul, nihayet Allâh’ın sevgisine mazhar olur. Âyet-i kerîmedeki sıralamayla “râdıyeten merdıyye” (bkz. el-Fecr, 28), “önce Allah’tan râzı olmuş, Allah da kendisinden râzı olmuş” bir hâle gelir.

Cenâb-ı Hak bir kulundan râzı olduğunda, hadîs-i kudsîde buyrulduğu üzere, işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olur. (bkz. Buhârî, Rikak, 38) Bundan daha büyük bir ilâhî ikram düşünülebilir mi?

İşte biz de Şebnem Dergimizin bu sayısında, “dünyaya gönül bağlamamak” (zühd), “Allâh’ı görüyormuşcasına hayat sürmek” (ihsan) ve “samimiyetle kulluk etmek” (ihlâs) konularını işlemeye çalıştık.

İnsanı güzel kul olmaya yaklaştıran en önemli hususlardan birisi, sâlih ve sâdık dostlardır. Bu güzel kulluktan mahrum eden en önemli sebep de kötü kimseleri dost kabul etmektir. İnsan, kalbinin hâlden hâle geçmesine engel olamaz; ama çevresini, bakıp-gördüklerini seçerek bunu hayırlı bir yöne çevirebilir.

Merhum Mahmud Sami Ramazanoğlu -kuddise sirruh- hâliyle, kâliyle, sohbet ve eserleriyle, yetiştirdiği güzel insanlarla bu sâlih ve sâdık kullardan biriydi. Rahmet-i Rahman’a uğurladığımız 12 Şubat 1984 tarihinden beri kendisini hayırla yâd ediyoruz. Rabbimiz, lûtuf ve keremiyle bizi sevdiği kullarıyla birlikte haşr u cem eylesin. Âmîn.

Velhâsıl âhirzamanda, türlü türlü imtihan ve musibetlerle karşılaştığımız şu çetin günlerde; kalbimize ve dostlarımıza dikkat edelim ki, kendimizi ve âilemizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem’den (bkz. et-Tahrîm, 6) koruyabilelim.

Hulûlü ile müşerref olduğumuz üç ayların ümmet-i Muhammed’e ve bütün insanlığa hayırlar getirmesini niyaz ediyoruz.

Gelecek sayıda buluşuncaya dek Allâh’a emanet olunuz.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle