BİR GÖREN VAR!

Feridüddîn Attâr Hazretleri İlâhînâme adlı eserinde şöyle nakleder:

“Bir sabah Abdullah bin Mübarek Hazretleri, bir yere gitmekteydi. Kar vardı, rüzgâr da çok şiddetli esiyordu. Yolda bir köle gördü. Kölenin üstünde yalnız bir gömlek vardı. Bu sebeple de soğuktan titreyip duruyordu.

Abdullah bin Mübarek Hazretleri köleye şefkatle:

«–Neden efendine söylemiyorsun ki, sana bir elbise alsın.» dedi.

O köle, büyük bir mahcûbiyet ile:

«–Efendime ne söyleyeyim? O, eksiğimi fazlamı zaten görüyor. O benim hâlimi açıkça gördükten sonra, ben ne diyeyim? O, beni benden daha iyi bilmekte, ne isteyeyim ondan?» diye cevap verdi.

Abdullah bin Mübarek Hazretleri bu sözü duyunca, sanki can evinden vurulmuşa döndü. Bir feryat kopararak kendinden geçti. Kendine gelince dedi ki:

«Bizim için bir yol gösterici gönderildi. Ey hakîkat ehli! Yolu yordamı bu köleden öğrenin!»”

Bir mü’min, hâdisede bahsedilen kölenin efendisine olan gönül irtibâtıyla kıyaslanmayacak derecede, dâimâ ilâhî müşâhede altında olduğunun, yani bir nevî ilâhî kameralar altında bulunduğunun idrâki içinde yaşamalı. Bu şuuru kalbinde sabitlemeli. Zira Peygamber Efendimiz r bir hadîs-i şerîflerinde ihsânı târif ederken şöyle buyuruyorlar:

“İhsan, Allâh’ı görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Zira sen Oʼnu görmüyor olsan da, O seni mutlaka görüyor.” (Buhârî, Îmân, 37; Müslim, Îmân, 1)

Günlük hayatında bir çift gözün kendisini gördüğünü sezen bir insan, -üstelik bu göz ona gerçek mânâda bir mükâfat veya ceza veremeyecek bir çift cılız göz bile olsa- söz, fiil ve davranışlarında yanlışa düşmemek, hata yapmamak için âzamî gayret gösterir.

Peki bir insan, Cenâb-ı Hakk’ın her an üzerinde olan ilâhî murâkabe ve müşâhedesini hakkıyla idrâk edebilse, yani ihsan duygusu içinde olsa, ilâhî emirlerin hilâfına bir iş yapabilir mi? Meselâ Allâh’ın râzı olmayacağı bir tek sözü söyleyebilir mi? Söz ve davranışlarıyla bir kardeşinin gönlüne diken batırabilir mi? Harama el uzatabilir mi? Kötü bir düşünceyi aklından geçirmeye cesaret edebilir mi? Aslâ…

Hazret-i Ömer t, hilâfeti devrinde Muâz t’ı Kilâboğulları Aşiretiʼne göndermişti. Devlet hazinesinden ödenmesi gereken paraları ödeyecek, verilmesi ge­reken malları verecek, zenginlerden alınan zekâtları fakirlere ve muhtaçla­ra dağıtacaktı.

Muâz t bu vazifeyi de, daha evvel üstlendiği bütün vazifeler gibi en güzel bir şekilde yerine getirip gönüller fethederek, tatlı hâtıralarla geri döndü. Bir defasında hanımı dayanamayıp:

“–Böyle bir vazife üstlenenler, belli bir ücret alırlar, evlerine de hediye getirirler. Senin hediyelerin nerede? Onları göremiyorum!” diye sordu.

Muâz t ise kısa bir sükûttan sonra:

“–Benimle birlikte yanımdan hiç ayrılmayan bir murâkıp (denetleyici, müfettiş) vardı. Her aldı­ğımı verdiğimi hesap ediyor, kayda geçiriyordu.” diye cevap verdi. Daha fazla da sözü uzatmadı.

Hanımı hiddetle:

“–Rasûlullah r her şeyde sana güvenirdi. Ebû Bekir t da öyle. Ömer geldi; seninle birlikte murâkıp mı gönderiyor? Her yaptığını takip mi ettiriyor?!” dedi.

Bu söz, Hazret-i Ömer’in hanımına, ondan da Hazret-i Ömer’e ulaştı. Hazret-i Ömer işin iç yüzünü öğrenmek maksadıyla Muâz t’ı çağırdı. Sonra da:

“–Ben senin ardından böyle bir murâkıp göndermediğim hâlde duyduklarım nedir yâ Muâz? Benim sana îtimâdım yok mu zannediyorsun?” diye sitemle sordu.

Hazret-i Muâz’ın cevâbı ise pek mânidardı:

“–Ey Mü’minlerin Emîri! Hanımıma özür olarak öne sürebilecek ancak bunu bulabildim. Hem murâkıp dediğim, sizin murâkıbınız değil, Allâh’ın murâkabesi idi. Bu sebeple, -câiz olsa bile- yaptığım hizmetin ecri zâyî olmasın diye, nefsim için hiçbir şey alamam…”

Hazret-i Ömer t, onun bu sözlerle neyi kastettiğini anladı. Zira Muâz t nefsine ve dünyaya âit her şeyden müstağnî idi. Halîfe, onu taltif ederek kendinden bir miktar hediye verdi ve:

“–Git bununla âilenin gönlünü al!” buyurdu.

Bütün mahlûkat, zaman ve mekân ile kayıtlı. Rabbimiz ise zaman ve mekândan münezzeh. Yani her an, bütün mahlûkâtının yanı başında.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“…Ne­re­de olur­sa­nız olun, O si­zin­le beraber­dir...” (el-Ha­dîd, 4)

Şu hâdise, bu hakîkati çok veciz bir şekilde anlatmaktadır:

Bir vâiz kürsüde âhiret ahvâlini anlatmaktaydı. Cemaatin arasında Şeyh Şiblî Hazretleri de vardı. Vâiz, Cenâb-ı Hakk’ın âhirette soracağı suâllerden bahisle:

“–İlmini nerede kullandın, sorulacak! Malını-mülkünü nerede harcadın, sorulacak! Ömrünü nasıl geçirdin, sorulacak! İbadetlerin ne durumda, sorulacak! Harama-helâle dikkat ettin mi, sorulacak!.. Bunlar sorulacak; şunlar sorulacak!..” diye uzun uzadıya, hepsi de birbirinden mühim olan birçok husus saydı.

Bu kadar teferruata rağmen meselenin özüne dikkat çekilmemesi üzerine Şiblî Hazretleri, vâiz efendiye nâzik bir şekilde seslendi:

“–Vâiz efendi! Suâllerin en mühimini unuttunuz! Allah Teâlâ kısaca şunu soracak: «Ey kulum! Ben her an seninleydim, peki sen kiminleydin?»

Allah Teâlâ’nın her zaman ve her yerde bizimle beraber olduğu hakîkati, insanı bir taraftan ürpertirken, diğer taraftan da huzura kavuşturur. İnsanı ürpertir, zira Allah korkusunu müşahhas hâle getirir. Buna mukâbil Cenâb-ı Hakk’a yakınlığın hazzını tattırdığı için de gönle müstesnâ bir huzur ve ferahlık verir.

Rabbimiz diğer bir âyet-i kerîmede kulları ile dâimâ beraber olduğunu şöyle beyân ediyor:

“Görmez misin ki Allah göklerde ne var, yerde ne varsa bilir? Bir araya gelip gizlice fısıldaşan üç kişinin dördüncüleri mutlaka Oʼdur. Beş kişi gizli konuşsa altıncıları mutlaka Oʼdur. Bundan ister daha az, ister daha çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar, mutlaka O, kendileriyle beraberdir. Sonra kıyâmet günü yapmış oldukları işleri onlara tek tek bildirecek (dilerse karşılığını da verecek)tir. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilir.” (el-Mücâdele, 7)

Dolayısıyla en büyük iptilâ, bu hakîkatten gâfil olmaktır.

Rivâyete göre Îsâ u, teninde alacalar bulunan ve iki şakağı da çökmüş bir şahsa rastladı. O şahıs, üzerindeki hastalıklardan âdeta habersiz bir hâlde kendi kendine:

“–Yâ Rabbi! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, insanların pek çoğunu müptelâ kıldığın dertten beni halâs eyledin!..” diyordu.

Îsâ u, muhâtabının idrâk ve kemâlini yoklamak maksadıyla ona:

“–Ey kişi! Allâh’ın seni halâs eylediği hangi dert var ki?!.” diye sordu.

Hasta şöyle cevap verdi:

“–Ey Rûhullah! En fecî hastalık ve belâ, kalbin Hak’tan gâfil ve mahrum olmasıdır. Şükürler olsun ki ben, Cenâb-ı Hak ile beraber olmanın zevk, lezzet ve füyûzâtı içindeyim. Sanki vücudumdaki hastalıklardan haberim bile yok...”

İbadetlerden zevk ve lezzet almak, onlardan yorulmamak, ancak ihsan duygusu ile mümkündür. Gönlünde ihsan duygusu bulunmayan kimse, namaz kılsa yorulur; namaz ona ağır gelir. Zenginse; zekât ve sadaka vermekten, imkânlarını muhtaçlara infâk etmekten çekinir. Çünkü ilâhî murâkabeden uzak olduğu için, îmânın lezzetini alamamıştır. Bu bakımdan denilebilir ki; dosdoğru kılınacak namaz, gönülden verilecek zekât ve sadaka, muhabbetle tutulacak oruç, aşkla yapılacak hac, havf ve recâ arasında bulunan kalb-i selîm, güzel ahlâk ve sâir bütün güzellikler, hep ihsan hâlinin bereketidir.

Ayrıca ihsan ve murâkabe hâli, günahlara karşı da sağlam bir zırh gibidir. Zira bir insan, kendini ilâhî huzurda bilmekteyken ve kalbi; “Yâ Rabbi!” diyerek Allah ile beraberken günah işleyebilir mi?

Nitekim Yusuf u’ı güzellik, şöhret ve servet sahibi bir kadının; “Gelsene bana!” diyerek dâvet ettiği çirkin tuzak ve fitneden kurtaran, kalbinin dâimî murâkabe hâli ve gönlündeki ihsan duygusu olmuştur. Yani o, çok büyük bir tehlikeyi, murâkabe ve ihsan hâli ile atlatabilmiştir.

Yine süte su katmasını söyleyen annesine evvelâ:

“–Anacığım, halîfe süte su karıştırılmasını yasak etmedi mi?” diyen, fakat annesinin:

“–Kızım, gecenin bu saatinde halîfe süte su kattığımızı nereden bilecek?!.” sözüne de gönlüne nakşolmuş ihsan duygusuyla;

“–Anacığım! Halîfe görmüyor diyelim, Allah da mı görmüyor? Bu hîleyi insanlardan gizlemek kolay, ama her şeyi görüp bilen Allah’tan gizlemek mümkün mü?..” diyerek cevap veren sütçü kız da bu hâlin müstesnâ numûnelerinden biridir.

Eğer insan Cenâb-ı Hakk’ın kendisine şah damarından daha yakın olduğunu kalben idrâk edebilseydi, sürekli takvâ üzere yaşamaya gayret eder, hesâba çekilme endişesiyle devamlı uyanık bulunur, bu ilâhî hakîkat bile onu istikâmet üzere tutmaya kâfî gelirdi.

Hak dostlarından biri, ağırlayacağı âmâ bir misafire, oldukça gösterişli ve mükellef bir sofra hazırlar. Etrafındakiler:

“–Efendim, gelecek olan misafiriniz âmâ, niçin bu kadar îtinâ gösterip zahmet buyurdunuz? O sizin bu zarif sofranızı göremez ki!” derler.

O ârif zât ise şu muhteşem cevâbı verir:

“–Evet, hazırladığım ikramları o âmâ göremez, fakat âmânın Rabbi görür!”

İşte bütün mesele;

–Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî murâkabesi altında olduğumuzu bilerek yaşayabilmek.

–Kullardan kimsenin görmediği yerlerde dahî istikâmet üzere olabilmek,

–Beşer nazarlarından uzak mekânlarda bile günahlardan sakınabilmek ve,

“Allah Teâlâ beni her zaman ve mekânda görüyor, duyuyor, kalbimden geçenlere bile vâkıf oluyor!” şuuru içerisinde yaşayabilmektir.

Bu hâlin zirvesini Hazret-i Peygamber r’in hayatında görüyoruz. Zira Efendimiz r, her ânını ihsan hâlinde yaşamıştır. Bize düşen; Allâh’ın, bizim üzerimizdeki müşâhedesini idrâk ettikten sonra, hâllerimizi, ihsan hâlinin en muhteşem âbidesi olan Rasûlullah r Efendimiz’in yüksek hâlleri ile kıyaslayıp Oʼnun istikâmetiyle istikâmetlenmeye çalışmaktır. Düşünmeliyiz ki;

O’nun sabrı, cömertliği, vefâsı nasıldı, bizimki nasıl? O’nun namazı, orucu, haccı, zekâtı, kelime-i şehâdeti nasıldı, bizimkiler nasıl? O’nun yiyip içmesi nasıldı, bizimki nasıl? Oʼnun Hak yolunda hizmet ve azmi, adâlet ve insafı nasıldı, bizimki nasıl?.. Üç aylara gireceğimiz şu günlerde, Efendimiz’in bu aylara gösterdiği hassâsiyet nasıldı, bizimkiler nasıl?..

Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“…Muhakkak ki ihsan sahiplerine Allâh’ın rahmeti çok yakındır.” (el-A‘râf, 56)

Cenâb-ı Hak cümlemize; ihsan duygusu ve ilâhî murâkabe ikliminde bir kulluk hayatı yaşayabilmeyi nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..

 

SPOTLAR:

t “İhsan, Allâh’ı görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Zira sen Oʼnu görmüyor olsan da, O seni mutlaka görüyor.” (Buhârî, Îmân, 37; Müslim, Îmân, 1)

t Eğer insan, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine şah damarından daha yakın olduğunu kalben idrâk edebilseydi, sürekli takvâ üzere yaşamaya gayret eder, hesâba çekilme endişesiyle devamlı uyanık bulunur, bu ilâhî hakîkat bile onu istikâmet üzere tutmaya kâfî gelirdi.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

Osman Nûri Topbaş

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle