İlâhî Yardım Ve Zafer, Çilelerden Sonra Gelir

İLÂHÎ YARDIM VE ZAFER, ÇİLELERDEN SONRA GELİR

 

Gençlerimiz, şahsiyetlerini hangi değerlerle dokuyup inşâ etmelidir? Günümüz gençliği ibadet şuuruna nasıl erişebilir? Zihinleri bulandıran, ahlâkî çöküntünün hız kazandığı çağımızda gençlere düşen vazife nedir; ne ile meşgul olmalıdırlar? Gençlikte gönül âleminin inkişâfında en tesirli usûl nedir?

Bunun başlıca birkaç adımı var:

Birincisi: “Tefekkür”

Kâinatta mikrodan makroya her şey ilâhî azametin tecellîsi... Kalbî hayatın seviye kazanması için, ilâhî kudret ve azamet tecellîlerinin farkında olması, bunların tefekküründe derinleşmesi lâzım.

Kalbî hayatı nasıl inkişâf ettirecek?

Cenâb-ı Hak, “namaz”ı emrediyor: “…Fahşâdan, münkerden men eder...” buyuruyor. (Bkz. el-Ankebût, 45)

Orucu emrediyor: “لَعَلَّكُمْ تَتَّقُون” “…Umulur ki takvâya erersiniz (günahlardan korunursunuz).” buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 183)

Demek ki namaz, oruç ve diğer ibadetler, bir paratoner vazifesi görecek. Bütün haramlara, kerâhetlere, şerlere, dolayısıyla Cehennem’e karşı bir kalkan olacak…

İkincisi: “Sâlih kimselerle beraber olmak”

İnsanda taklit meyli vardır. Muhabbet duyduğu kimsenin hâlini kopyalar. Hâl transferi, hâl sirâyeti, in’ikâs, kalpten kalbe akış…

Cenâb-ı Hak; “…Sâlihlerle beraber olun.” (et-Tevbe, 119) “…Zâlimlerle (fâsıklarla) oturmayın!” (el-En‘âm, 68) buyuruyor.

İmam Gazâlî; “Kâfir ve fâsıklarla zâhirî beraberlik, zamanla fikrî ve kalbî beraberliğe, bu da -Allah korusun- insanı mânen helâke götürür.” buyuruyor.

Üçüncüsü: “Zikir”

Cenâb-ı Hakk’ı unutmamak, Cenâb-ı Hak’la kalbî beraberlik… İhsân ve murâkabe duygusu. Allâh’ın bize şah damarımızdan daha yakın olduğu, bizim her an ilâhî kameraların müşâhedesi altında bulunduğumuz şuurunun kalpte sabitleşmesi…

Zikir de lâfızda kalmamalı. Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından sakınmak, en büyük zikirdir.

Cenâb-ı Hak hiçbir zaman unutulmayacak. Zira günahlar, Cenâb-ı Hak unutulduğu zaman işlenir. Hiç kimse “besmele” çekerek bir kardeşine çelme takamaz, haramlara dalamaz…

Dördüncüsü: “Âhireti Unutmamak”

Efendimiz r:

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ إِلّٰا عَيْشُ الْأٰخِرَةِ

“Ey Allâhʼım! Esas hayat, ancak âhiret hayatıdır.” buyururdu. (Buhârî, Rikāk, 1)

İnkişâf eden bir kalp; âhireti, Cennet’i, Cehennem’i unutmaz. Haramlar, ona ateşe girmek gibi gelir.

Hulâsa edecek olursak:

–İnsan niçin yaratıldığını, kimin mülkünde olduğunu, yolculuğunun nereye olduğunu tefekkür edecek.

Namaza ve diğer ibadetlerine ehemmiyet verecek.

Sâlih mü’minlerle hemhâl olacak.

Allâh’ı ve âhireti aslâ unutmayacak.

Böylece kalben terakkî edip “takvâ” hassâsiyetine erecek. Bu şekilde zamânenin fitnelerinden, şerlerinden kendini koruyacak; mânevî hayatını inkişâf ettirecek.

Takvâ olmazsa ne olur?

Meselâ bir insan hukukçu olacağı yerde, zâlim bir cellat oluverir. Doktor olacağı yerde, menfaati için organ kaçakçılığı yapan bir insan kasabı oluverir.

Takvâ, Cenâb-ı Hak katındaki yegâne kıymet ve makbûliyet miyârıdır. Zira:

اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْ

“…Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, en fazla takvâ sahibi olanınızdır…” (el-Hucurât, 13) buyruluyor.

Günümüz gençliği, menfîliklerden, Ashâb-ı Kehf gibi sıyrılıp da yüce Allâh’a ve Hazret-i Peygamber’e hicret etmeli.

 

Efendim, biraz da Allah dostlarının terbiye usûllerinden bizlere misaller verebilir misiniz?

Kâmil ruhlar, ebedî kurtuluşa erebilmek için, etraflarında eğitim, hizmet ve merhamet ile kurtarılacak başka insanlar ararlar.

Hazret-i Ali t şöyle buyurur:

“Sâlih ve sâdık insanlarla beraber olun, onlarla oturup kalkın ki; (onların karakter ve şahsiyeti sizlere sirâyet etsin.) İnsanlar hayatta iken sizleri özlesinler, vefat ettiğinizde de sizlere hasret duysunlar.”

Eskiden okullar, medreseler, bir de dergahlar vardı. Onun için bizim toplumumuzda dergâhlar, mânevî rehabilite merkezi olmuştur. İşini kaybeden, bunalan herkes dergâha koşardı. Dergâhlar herkesi davet ederdi.

 Ebû Saîd-i Ebu’l-Hayr’a âit olmasına rağmen, Hazret-i Mevlânâ’ya izâfe edilen bir rubâîde şöyle deniliyor:

بَازَا بَازَا هَرْ آنْچِه هَسْتِی بَازَا

“Gel! Gel! Ne olursan ol, yine gel!

Kâfir, mecûsî veya putperest olsan da gel!

Bizim dergâhımız (olan İslâm) ümitsizlik dergâhı değildir.

Yüz kere tevbeni bozsan, yine de gel!”

Yani, “Gel, ne olursan gel… Fakat geri dönmek için gel! Hakk’a kavuşmak için gel! Küfre düşmüş olsan da oradan kurtulmak için gel! Zira bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.”

Yani kalp, bir tâmirhâne olacak. Hazret; “Dön!” diyor, “Geri dön, gel!” diyor. Kimi çağırıyor? Mücrimleri çağırıyor, kâfirleri çağırıyor. “Burada îman neşvesini gör.” diyor. “Burada Hakk’ın tecellîlerini gör, ilâhî rahmeti gör.” diyor. “Tevbeni yüz kere bozmuş olsan yine de gel!” diyor.

Peygamberlerde ve evliyâullahta görüyoruz ki, gönül kapılarını herkese açmışlar, insanları Allâh’ın bir emâneti olarak görmüşler. Gönüllerini bir dergâh hâline getirmişler.

Mutasavvıflar, kendilerini Allâh’a adayan, muhteşem eğitimcilerdir. Fânî hayatlarından sonra da, eğitimlerine devam ederler. Mevlânâ Hazretleri huzuru nerede buldu?

“Ben Kur’ân’ın kölesiyim. Muhammed Muhtâr’ın yolunun toprağıyım.” buyurdu.

Bu kölelik, muhabbetten… Hakk’a köle olmak, bir fânîye köle olmak gibi değildir. Kur’ân feyz ve rûhâniyet veriyor; hem dünyada hem de âhirette bir huzur hâli geliyor.

Velhâsıl; şikâyet yok, çare aramak var. Bulamasak da aramaktan zevk almak var.

Hazret-i Mevlânâ şöyle anlatıyor:

“Bir gece vaktiydi. Evimden dışarı çıktım. Kırlarda geziyordum. Bir adamcağızın elinde fenerle dolaştığını gördüm:

«–Bu gece karanlığında ne arıyorsun?» diye sordum.

Adam:

«–İnsan arıyorum.» diye cevap verdi.

Ona dedim ki:

«–Yazık! Boşuna yoruluyorsun... Ben yurdumu terk ettim de yine onu bulamadım. Git evine... Yat, rahatına bak. Nâfile arıyorsun, onu hiçbir yerde bulamayacaksın!»

Adamcağız acı acı baktı:

«–Bulamayacağımı ben de biliyorum. Ama, hasretle aramak bile bana lezzet veriyor! Aradığımın o olması, içimi ferahlatıyor...»”

Demek ki, “Bütün iş, keyfiyetli insan yetiştirmek.”

Velhâsıl; zaferle değil, seferle emredildik.

Filibeli Ahmed Hilmi Efendi, Âmâk-ı Hayal’de Peygamber Efendimiz’in saâdet reçetesini, şöyle ifade ediyor:

“Saâdet; hayat ve vukuâtı olduğu gibi kabul etmek ve onun eskāline rızâ, ıslahına gayret göstermektir (yani onun ağır yük ve çilelerine rızâ göstermek ve ıslahı için de gayret sarf etmektir).”

Seriyy-i Sakatî Hazretleri, “Kardeşinin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.”[1] hadîs-i şerîfini okuduğu esnada talebesi hızla yanına girmiş.

“–Üstad, sizin mahalle yandı. Yalnızca sizin ev kurtuldu!” demiş.

Seriyy-i Sakatî Hazretleri de:

“–Elhamdülillah!” diye karşılık vermiş.

Otuz sene sonra bir dostuna:

“–Ben o gün kendi evinin yanmadığına sevinip kardeşlerimin sıkıntısını hissedemediğim, onların dertleriyle dertlenemediğim için hâlâ bu gafletimin tevbesi içindeyim!” diyor.

Biz de bunu çok düşünmeliyiz. Suriye’deki, Myanmar’daki, Filistin’deki, Doğu Türkistan’daki kardeşlerimizin derdi ile ne kadar dertleniyoruz? Bunları ne kadar hissediyoruz?

Bahâüddin Nakşibend Hazretleri, gençken bir kahvehanenin önünden geçerken iki kumarbazın konuşmalarını duymuş. Kumarda yenilen, diğerine:

“–Hayatım, ölümüm pahasına da olsa seni yeneceğim!” diyor.

Bahâüddin Nakşibend Hazretleri:

“–Aman yâ Rabbi! Bir kumar için hayatını ortaya koyuyor. Ben bana hayatı lûtfeden Allâh’a ne kadar kendimi adıyorum?!” diyor.

Mâlum Bahâüddin Nakşibend Hazretleri’ne bir vazife veriliyor.

“–Yedi sene hasta insanlara bakacaksın, hasta hayvanları tedavi edeceksin! İnsanların geçtiği yolları temizleyeceksin.” diyorlar.

Kendisi, “İşte en büyük mertebeleri burada aldım.” buyuruyor.

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, İstanbul’un fethine katılıyor. Oğlunun anlattığına göre, Fatih Sultan Mehmet Hazretleri’ne gelip:

“–Korkma, kazanacaksın!” diyor. Fatih:

“–Ama nasıl olacak? Küffar çok güçlü!” diye suâl edince, Ubeydullah Ahrâr Hazretleri cübbesini açıp:

“–Bak, biz ordularımızla geldik!” diye cevap veriyor.

Velhâsıl çilelerden sonra yardım ve zafer geliyor. Bunun için adanmak lâzım. Adandığın kadar yardım gelir. Mânevî yollar, insanı zarif bir insan hâline getiriyor.

Ebu’l-Vefâ, Fâtih Sultan Mehmed’i dergâhın kapısından neden çeviriyor? Şahsın durumuna göre irşad… Asıl eğitimcilik işte bu...

Abdullah bin Mes’ûd Hazretleri, Uhud Harbi’nde Ebû Cehil’in göğsüne oturmuştu. Kibir dolu Ebû Cehil, ölürken bile hakaret etmeden duramadı:

“–Üzerimden in, koyun çobanı! Sen çok yüksek bir yere tırmandın? Sen kimsin de benim göğsüme çıkabiliyorsun?” dedi.

İşte o deve çobanı Abdullah İbn-i Mes’ûd, Peygamber Efendimiz’in vefâından sonra Kûfe’ye gidip “Kûfe Mektebi”ni kurdu. İmâm-ı Âzam Hazretleri, o mektebin talebelerinden biri oldu.

Hâfız-ı Şîrâzî bir şiirinde insanı şöyle târif eder:

يَكْ قَطْرَهِٔ خُونَسْتْ ، هَزَارَانْ اَنْدِيشَسْتْ

“(İnsan) bir damla kan, binbir endişedir!”

Herkesin beden yapısı aynı, fakat iç dünyası binbir türlü endişe…

Müslümanın endişesi ayrı, onun bir de âhirette hesap endişesi var. “Allah Rasûlü’nün yüzüne nasıl bakarım?” endişesi var. Esas endişemiz ise, “Oku kitabını!” (Bkz. el-İsrâ, 14) dendiği zaman, zerreler bile sorulduğu zaman bizim hâlimiz ne olacak?! Cenâb-ı Hakk’ın verdiği imkânlardan hesaba çekileceğiz.

Sahâbe, zekâtın nisâbını biliyordu. Zekâtını tastamam veriyordu. Ama kendisine verilen nîmetlerden hesaba çekileceği şuuruyla, bu nîmetlerin hakkını vermek için dünyada insan bulunan her yere gidiyorlardı. Cenâb-ı Hakk’ın ihsân ettiği hidâyet ve istîdâdın bedelini ödeyebilmek için…

Ömer bin Abdülaziz de aynı endişedeydi. Seccadesine oturur, hüngür hüngür ağlardı. Hanımı:

“–Nedir derdin? Neden ağlıyorsun?” dediğinde:

“–Müslümanların derdi ile ne kadar meşgul olabiliyorum? Yarın bana hesap sorulduğunda nasıl cevap verebilirim?” derdi.

Hanımı, “Sanki havuza düşmüş bir kuş gibi çırpınırdı. Bakmaya kıyamaz üzerine bir çarşaf atardım!” diyor.

 Demek ki bir mü’min, dâimâ bir âhiret endişesi taşıyacak… Sahip olduğu nîmetlerin, imkân ve istîdatların hakkını vermeye çalışacak!..

 

Muhterem efendim, bu güzel sohbet için çok teşekkür ederiz. Kıymetli vakitlerinizi bize ayırdınız. Rabbimiz hem ilmiyle amel eden bir âlim hem de ilminden -başta kendisi olmak üzere- herkesin istifade ettiği gönül ehli bir muallim olmayı hepimize lûtfeylesin!

 Âmîn, kızım! İlim, hikmet ve irfan ile insanları eğitmek, peygamberlerin yolu, fazîlet mesleğidir. Sabır, sebat, fedakârlık ve ferâgat mesleğidir. Fakat ecri de çok büyüktür. Allah hepimizi bu kıymetli ve ecirli işte muvaffak eylesin! Bizi müslüman olarak yaşatsın ve sâlih kimselerle birlikte haşreylesin. Âmîn!..

 

[1] Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87.

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle