Feryat

Ukbe bin Ebî Muayt, her yolculuktan dönüşünde yemekli bir toplantı düzenler, Mekkelilerden dilediği kimseleri sofrasına davet ederdi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile çok oturur, O’nun sözlerini beğenirdi. Bir gün yine seferden dönünce ziyafet düzenledi ve Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i de yemeğe davet etti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu davete katıldı. Kendisine yemek ikram edilince, yemekten imtinâ etti ve:

“-Allah’tan başka ilâh olmadığına, benim de O’nun Rasûlü olduğuma îman etmezsen yemeğinden yemeyeceğim.” buyurdu.

Arap âdetindendi ki; sofrasına oturan kimse, yemeğinden yemezse bu ev sahibi için bir utanç sebebi olup ev sahibi ayıplanırdı. Bu yüzden Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yemesi için ısrar etti. Fakat Allah Rasûlü yemedi. Bunun üzerine Ukbe, şehadet getirdi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de onun yemeğinden yedi.

Ukbe bin Ebî Muayt’ın dostu ve arkadaşı Übey bin Halef yemeğe katılmamıştı. Olanlardan haberdar olunca Ukbe’nin yanına vardı ve:

“-Demek atalarının dîninden vazgeçip, yeni dine yöneldin.” diye Ukbe’yi kınadı.

Ukbe, hâdisenin, misafiri geri çevirmekten duyduğu utanç sebebiyle cereyan ettiğini söyleyince Übey:

“-O’nun yanına gidip yüzüne tükürmedikçe, O’na sövüp yalanlamadıkça ebediyyen senden hoşnut olmayacağım.” dedi.

Dostunu kaybetmek istemeyen Ukbe, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gitti. O’nu Dârü’n-Nedve’de secde hâlinde buldu. Übeyy’in dediklerini yaptı, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüzüne tükürdü.[1]

Anlattığımız hâdise, Furkân Sûresi’nin 27 ilâ 29. âyet-i kerîmelerinin inme (nüzûl) sebebidir. Utbe’nin kendisine hayırsızların en hayırsızı Übeyy’i arkadaş seçmesinin âhiretini nasıl hebâ ettiğini anlatır.

 “O gün, (dünyada iken) haktan sapmış kişi ellerini ısırarak şöyle diyecek: «Keşke peygamberle birlikte aynı yolda olsaydım! Eyvah! Keşke falancayı kendime dost edinmeseydim! Meğer bana uyarıcı mesaj geldikten sonra, o dost bildiğim kişi, bu mesajdan beni saptırmış!» İşte şeytan insanı (böyle) çaresizlik içinde yapayalnız bırakır.” (el-Furkan, 27-29)

Ukbe, Bedir Harbi’nde esir alındı ve öldürüldü. Uhud Savaşı’nda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Übey bin Halef’i ağır yaraladı. Übey, Mekke’ye dönerken yolda Serîf’te öldü. Bu iki arkadaş, Cehennem’e de birlikte gittiler, Cehennem yoldaşı oldular.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Mü’minden başkası ile dost olma. Yiyeceğini de ancak müttakîler yesin.” buyurur.[2] Aynı şekilde:

“Sâlih arkadaş, güzel koku satan attar gibidir. Onun güzel kokusundan almasan da onun kokusu sana siner. Kötü arkadaş ise demirci gibidir. Ateşiyle seni yakmazsa, kötü kokusu sana bulaşır.” buyurmuştur. (Müsned, IV, 405,408)

Mâlik bin Dinar ise:

“İyi kimselerle taş taşımak, günahkarlarla hurma tatlısı yemekten daha evlâdır.” demiştir.

Boş ver, o hurmayı yemeyiver; onlarla yersen çok şey kaybedersin, hiçbir şey kazanmazsın.

Mesnevî’de şöyle buyrulur:

“Dakûkî, iyi bir hâle sahip, âşık ve keramet sahibi bir zâttı. Yeryüzünde gökteki Ay gibi seyreder dururdu. Gece yolcularının gönülleri, onunla aydınlanır, nurlanırdı. Bir yerde az otururdu, bir köyde iki günden fazla kalmazdı.

«Bir evde, iki günden fazla otursam kalbimde oranın sevgisi alevlenir. Eve-barka mağrur olmaktan çekinir, ‘Haydi ey nefis, zenginleşmek, bir şey elde etmek için sefere düş.’ derim; imtihanda muvaffak olması için kalbimi hiçbir yere alıştırmam.» derdi.

Gündüzleri yol yürür, sefer eder; geceleri ibadette bulunur, namaz kılardı. Halktan çekilmişti, fakat huylarının kötülüğünden değildi, bu. Kendisini tamamıyla Hakk’a vermek için halkla ilgisini kesmişti. Halka şefkat gösterirdi, su gibi faydalıydı. Duâsı da Allah tarafından kabul edilirdi. Fetvâda halka imam, takvâda melek gibiydi. Dindarlıkta dînin gıpta edileniydi. Bu takvası ve zikirleriyle beraber, Hak Teâlâ’nın has kullarını arardı. Onları görmeye giderdi. Seyir ve seyahatten tek maksadı, hâlis bir kul ile konuşup görüşmekti.

Yollarda yürürken:

«Yâ Rabbi, beni haslarından birisine ulaştır, ona arkadaş et.» diye duâ ederdi. «Ey canımın canı, canımın Allâh’ı! Tanımadıklarımı da benim gibi perde arkasında kalmış kuluna merhametli kıl.»

 Cenâb-ı Hak, ona derdi:

«Ey büyük velî, bu ne aşktır, bu ne kanılmaz susuzluktur?! Beni seviyorsun, Benim sevgime kavuşmuşsun, başka ne arıyorsun? Allah seninle beraberken, insanı ne diye arzu ediyorsun?»

Dakûkî dedi ki: «Ey sırları bilen Rabbim! Gönlüme yalvarış, niyaz kapısını Sen açtın. Ben sırlar kapısının ortasında oturmuşum, ama testinin suyundan da isterim. İlâhî sırlara âşinâ olan büyük velîlerin himmetinden de ümidimi kesmemişim.»” (Mesnevî, 3. Defter, 1936-1953. Beyitler)

 Hasan Harakânî Hazretleri:

“Sen Allâh’ı zikreden biri iken sana Allah’tan başkasını hatırlatan biri ile aslâ dostluk yapma!” buyurmuştur.

Gerçek dost, sadece Allâh’a dost olabilen, Allâh’a yaklaştırandır.

İnsan, dostunu, düşmanını bile birbirinden ayıramıyor. Ukbe’nin “Dostum!” dediği Übey, onu beraberinde Cehennem’e soktu ise; “Allah, düşmanlarınızı çok iyi bilir. Allah size dost olarak da yeter, yardımcı olarak da yeter.” (en-Nisâ, 45) âyetine iyi kulak vermek gerekiyor. İnsan, “dostum” dediği kişilerle oturuyor, kalkıyor, gündüzünü, gecesini geçiriyor, onlar onu Allah’tan uzaklaştırdıkları hâlde farkına bile varmıyor. Eyyâmcı, gününü gün eden sözde arkadaşlar ise, kişi düşmeye görsün, onu hemen terk edip, yapayalnız bırakıyorlar. O zaman dost bildiklerimizi de iyi bir sorgulamamız lâzım; bunlar gerçekten dost mu?

 Arkadaş, zaman ve mekânla değişebilir. Yolculukta yanınızda oturan, sınıfta yan yana oturduğumuz, kapı komşun olabilir. Kısa süreli, uzun süreli arkadaşlıklar vardır muhakkak... Ama cana can olan, bizi Hakk’a ulaştıran dostu bulmak gerek… Bulamamışsak Rabbimiz bize yeter. “Arkadaşım çok!” diyeni de gördük; çokluğunun bir faydası olmadı. “Yok!” diyeni de gördük; yokluğunun bir zararı olmadı. Gün öyle bir gün ki; gönlümüzü açacağımız kişilere çok dikkat etme günü. Zira öyle bir kalbe sahibiz ki bukalemun gibi, kimin yanında ise onun rengine bürünüveriyor.

Ebû Zer -radıyallâhu anh- kendisini Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den başka anlayan kimse bulamadığı için yalnız yaşadı, yalnız öldü.

“-Zenginler çok israf ediyor, fakirler çok mağdurlar; fakirleri düşünen yok, önce garipleri düşünmeliyiz. Allah Rasûlü aramızdan ayrılalı çok olmadı. O, zevk ve safâ içinde yaşamamıştı!” diye zevk ve safâya düşkünleri eleştirdiği için, hevâ ve hevesine düşkün insanların pek hoşuna gitmedi bu durum... İkide bir şikayet ettiler halife Hazret-i Osman’a. O da Rebeze’yi adres gösterdi Ebû Zer sultana…

O sebeptendir ki; Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hakikî dost olduğu için, sahâbe-i güzîn efendilerimizin hepsinin en sevdiği dostu olmuştur.

“Dost; yolda arkadır, sığınaktır. İyice bakarsan görürsün ki yol sevgiliden ibarettir.” dediği gibi Hazret-i Mevlânâ’nın, asr-ı saâdet dönemine “dost ile yoldaş olma” dönemidir dense yeridir.

Hazret-i Şems, kimse ile dost olamadı; çünkü onu anlayan, seven tek bir kişi karşısına çıkmadı. Biliyordu ki, bizi, sadece bizi anlayan sevebilir, hakikî dost olabilir. Niyaz etti Rabbine:

“Bana katından kıymetli bir dost ihsân et!”

İstediği o kadar kıymetli bir şeydi ki, altından, gümüşten, maldan, mülkten… Yeryüzünde en nasipli insan, Allâh’ı çok seven, dostunu anlayan, anladığı için de yâr olan bir dosta sahip olandı. Bedel istendi:

“-Öyle bir dostun olursa onun için ne verirsin.”

“-Başımı!” dedi çekinmeden... Hemen onunla görüşmesine izin verilmedi, “en az on yıl sonra” denildi. Arada dayanamadı, görmeden hayran olduğu dostunun, ansızın Şam’da çıkıverdi karşısına… Göz göze geldiler, tek söz söyledi:

“-Ey âlemin sultanı, beni anla…”

“Gönüldaşından ayrı düşen kimse, yüzlerce nağme çıkarsa da gerçekte dilsizdir.” der Hazret-i Mevlânâ… “Katı taş ve mermer bile olsan sahibine erişirsen cevher olursun.” der yine… “Âgâh ol, bir gönüldaştan gönül gıdasını al, onunla gönlünü gıdalandır. Yürü, ikbâli bir ikbâl sahibinden öğren.” diye de tembih eder. Çünkü hakikî dost, rûhun gıdasıdır. Hak dostları ile dostluk eden, her dem farklı bir mânevî gıda ile gıdalanır.

İşin hakîkatine bakınca dost aramak kadar dost olabilmek de kıymetlidir. Yaralı gönüllere dostluk etmek, dertlerini, sevinçlerini paylaşmak, hasta ise bir çorba yapıp götürmek, pek kıymetlidir, Rabbin katında…

“Sen dost ol da sayısız dost gör; fakat dost olmazsan dostsuz, yardımsız kalırsın.” der Hazret-i Mevlânâ…

Başka bir hikayesinde dostluğu şöyle tasvir eder, Hazret-i Mevlânâ:

“Allah Teâlâ, âlemdeki varlıkları üç çeşit yarattı.

Bir kısmına akıl ve cömertlik verdi, bunlar meleklerdir. Secdeden başka bir şey bilmez, mayalarında hırs yoktur. Hevâ ve heves yoktur, bunlar baştanbaşa nurdur. Allah aşkı ile diridirler, Allah aşkı ile yaşarlar.

Bir kısmı bilgisiz hayvan gibidir; ot yer, yedikçe semirir. Ahır ve otu görür. Kötülüklerden, iyilik ve yüceliklerden, aşağılıklardan haberi yoktur.

Üçüncü kısmı ise insandır; yaratılışça yarı melek, yarı eşektir. Eşek tarafı ile aşağılıklara belden aşağı duygulara meyleder. Melek olan tarafı ile başı göklere yönelir, yücelikler arar. Akla uygun olana kendini verir. Hayvan ve melekler, zıtlıklardan uzaktır. İnsan iki huy sahibidir. Hem melektir, hem de hayvan… Aklı ve şehveti ile uğraşmaktan sıkıntı ve azap içindedir.”

Bu azâbın içinde insan, kendisine yâr olacak, yol gösterecek, birlikte gülüp, birlikte ağlayacağı bir dost, arkadaş ister.

“İnsan, insanın panzehridir.” denir. İnsan sevincini de, hüznünü de paylaşmak ister, hakkı tavsiye edecek, sabrı tavsiye edecek bir dosta muhtaçtır. İnsan kadar muhtaç bir varlık yoktur. Ne melekler, ne de hayvanlar, arkadaş aramazlar.

Suriye’de savaşta âilesini, evini kaybeden kampta kalan çocuklar ile ilgili okuduğum bir makalede âilesini kaybeden dört farklı çocuğun birbiri ile arkadaş olup nasıl güçlüklerle baş ettikleri anlatılıyordu.

Aynı şekilde on iki yaşlarında iki kız arkadaşın âilelerini kaybettikten sonra kamptaki okulda arkadaş olunca nasıl hayata tutundukları anlatılıyordu.

“-Benim için arkadaşım bir dayanak, bir umut oldu. Birlikte ağlıyoruz, birlikte çalışıyoruz, birbirimize destek oluyoruz.” demişler, her ikisi de…

“İlâhî kimsesizlikten bunaldım, âşinâ yok mu?

Vatansız, hânümansız bir garîbim... Mültecâ yok mu?” diye derdini satırlara döken Mehmed Âkif Ersoy, şiirinin bir bölümünde merhemini de söyler:

“Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım:

Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım…”

Aristoteles, arkadaşlığı üçe ayırıyor. İlki; zevk için, spor veya hobiler için, yemek için, partiler için, boş zamanların tadını çıkarmak için kurulan arkadaşlıklar. Bir diğeri; fayda için, işle ilgili sebeplerle, meslektaşlarla, komşularla kurulan arkadaşlıklar... En makbul olanı ise; gerçek arkadaşlar: Birbirlerinin aynaları ve âdeta “iki bedende yaşayan tek bir ruh” olan arkadaşlıklar…

 İlk ikisi hevâ ve heves için kurulan arkadaşlıklar olup, dünyaya belki; ama âhirete zerrece faydası olmayan arkadaşlıklar… Bu tip arkadaşlıklar menfaat odaklı olduğu için çabuk harcanır, çabuk tükenir. Dedikodu-gıybet hiç bitmez. Şems ve Mevlânâ misâli birbirinin aynası olan arkadaşlıklar ise, dünya ve âhiret için en büyük nîmet… Rabbim cümlemizi böylesi nîmetle nîmetlendirsin. Kime sorsam, arkadaşlıkları, ilk iki cinsten…  Aristoteles en sonunda şu sözü söylüyor:

“-Ey dostlarım, dünyada dost diye bir şey yoktur!”

Arkadaş çok mühim olmakla birlikte mayınlı bir tarlaya da benzer. Kişi arkadaşının öyle çok tesirinde kalır ki; onun gibi düşünmeye, onun gibi konuşmaya, hâl ve hareketlerini ona benzetmeye çalışır. Hayır yolunda sırât-ı müstakîm üzere bir arkadaş ise, Cennet’i dünyada yakalamıştır. Kişinin elinden tutup, yanlışlardan, olmazlardan çekip çekip kurtarıyorsa, ne büyük rahmettir! Aksi hâlde Cehennem yoldaşıdır.

Burada tartının iyi kontrol edilmesi gerekir. Özellikle gençler söz konusu ise, ebeveynlere, öğretmenlere çok iş düşer. Zira kişi, arkadaşının dîni üzeredir. Âyet-i kerîmede:

“Allah sizin tevbenizi kabul etmek ister, şehvetlerine uyanlar ise sizin büyük bir sapıklığa girmenizi isterler.” (en-Nisâ, 27) buyrularak, kişi tevbe etse, “Bir daha yapmam!” dese de şehvetine uyan kötü arkadaş:

“-Boş ver, bir şey olmaz! Aldırma, geri kafalıların lâflarına, gençsin hayatını yaşa!” gibi sözleriyle o kişiyi kararından döndürür, yolundan çıkarırlar. O sebeptendir ki; tevbe ettikten sonra ilk yapılması gereken, kötü ortamlardan, kötü arkadaşlardan uzaklaşmaktır.

“Kötü dostla ünsiyet etmek, belâya bulaşmaktır; mâdem ki o geldi, bana uyumak düşer.” buyuran Hazret-i Mevlânâ, “Herkesin kendisine muhtaç olduğu ihtiyacı bulunmayan, eksiklikten münezzeh Allâh’ın zâtına yemin olsun ki, kötü yılan bile, kötü arkadaştan yeğdir. Çünkü kötü yılan, insanın sadece canını alır. Kötü arkadaş ise, insanı Cehennem’e sürer, orayı adama durak eder.” sözleri ile kötü ile dost olmanın âkıbetini anlatır.

“Kim iyi dostlarla düşer kalkarsa, külhanda bile olsa gül bahçesindedir. Düşmanla düşüp kalkan ise, gül bahçesinde bile olsa külhandadır.” diyerek sözlerine devam eder.

Hayatımıza giren herkes değerlidir, ama herkes özel değildir. Saygı herkese, sevgi layık olana verilir. İnsan seviyorsa iki şeyi aslâ yapmaz. Aldatmaz ve ağlatmaz. Çünkü aldatmak insan onuruna; ağlatmak ise insan yüreğine yapılmış en çirkin saldırıdır. (Erich From)

Rahmetli babaannem her namazın ardından:

“Allâh’ım! Akranlarımın şerrinden Sana sığınırım!” derdi.

Bugün akran şerrine uğrayıp, onların tesirinde kalıp deist ya da ateist olan, arkadaşlarının:

“-Sen güzel bir kızsın, güzelliğinin kıymetini bil, gençliğinin kıymetini bil, erkek arkadaş da edinebilirsin! Kimse sana karışamaz, ailen bile!.. Gerekirse polise şikayet edersin, «Bana psikolojik baskı uyguluyorlar!» diye, kanunlar senden yana…” sözleri üzerine, bile isteye başını örtmüşken:

“-Ne Allâh’ı ne de kendimi kandırmak istiyorum, ben başımı örtmek istemiyorum. Zorla kulluk olmaz, bu da benim günâhım olacaksa günâhım olsun.” deyip başını açan, arkadaşlarından azıp gayr-ı meşrû işler peşinde koşan gençlerimiz azımsanmayacak sayıda… Anne ve babası, “Namaz kıl!” dediler diye arkadaşlarından akıl alıp ailesini şikayet eden genç mi ararsınız, arkadaşlarının aklına uyup evinden kaçan gençler mi ararsınız… Gençlerin arkadaşsız kalmamak için ne çok tavizler verdiklerini, insan demeye bin şahit isteyen kişilerin yanında arkadaşlık nârına nasıl hebâ olduklarını görmek içler acısı…

Kadınlar, eşlerinden şikayet ediyorlar:

“-Eli para görünce arkadaşlarının şerrine uydu, içkiye, kötü alışkanlıklara bulaştı, bizi görmez oldu. Arkadaşları ile otura kalka onlar gibi oldu; konuşması da değişti, ahlâkı da değişti.” diye… Haydi gençleri anladık, tecrübesizler de, koca koca adamlara, koca koca kadınlara ne oldu?

Lise arkadaşlarının grubuna nişanlısının resmini atan şuursuz kızlara ne demeli, ya elin yabancısının resmine ayıla bayıla bakan, sözüm ona, dindar kızlara ne demeli… Akran gruplarında birbirlerinin evliliklerine akıl veren, aklı evvel kızların nasihatlerinin, evlilikleri ne hâle getirdiğini görmek dahî istemezsiniz.

Birbirine “arkadaş” deyip de arkasından çekiştiren, iyiliğini kıskanan, kötülüğüne sevinen, ama söz dostluğa gelince birbirinden “dostum” diye bahseden, arkadaş olamadıklarıyla, yapay, yapmacık ilişkiler...

Doğum gününe katılan, nişanına katılan “arkadaş sayısı” ile kendisini kıymetli sanan kızlara ne demeli; ipe sapa gelmez kızlar senin düğününde olsa ne, olmasa ne… O kadar samimi dost ki bu kızlar, birbirlerinin arkasından rahatlıkla konuşur, yerin dibine sokar; karşılaşınca da şirinlikler havada uçar. İnsanın arkadaşsız kalmamak uğruna kendisini bir pula satması, ucuza gitmesi ne kötü…

“Feryat, adamın kendi cinsinden olmayan dostundan feryat! Ey ulular, sizinle düşüp kalkacak iyi bir dost arayın! Dostlara, sevdiklerine ulaşınca da; sus, otur! O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma!” diye nasihat eder, Hazret-i Mevlânâ…

En çok da ergenlik döneminde arkadaşı olmayınca kendisini bir “hiç” zanneden, en olmadık kişilere arkadaşsız kalmamak için boyun eğen çocuklarımız… Onlar, yüreğimizin kanayan yaraları. Oldukları gibi dosdoğru olmalarını kimseden arkadaşlık dilenmemelerini, doğru bildikleri yoldan ayrılmamalarını öğretmek gerekir. Öğretmekle olmuyor, bir kulaklarından giriyor, bir kulaklarından çıkıyor derseniz; duâlarımız ne güne duruyor. Elimizi açıp âyet-i kerîmelerde öğretilen şu duâlarımız ne güne duruyor:

“Yâ Rabbi! Bana hikmet ver ve beni sâlihler arasına dâhil eyle.” (eş-Şuarâ, 83)

“Ey Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allâh’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle!” (el-Furkân, 74)

Bütün gaye, Allah Teâlâ’nın dostluğunu kazanmaktır. Hakikî dostu aramak da onun içindir, kötü dosttan kaçınmak da o sebepledir. Son sözümüz, Hazret-i Mevlânâ’dan olsun:

“Din ehlini, kin ehlinden ayırt et; Hak’la oturanı ara, onunla otur! Yürü, tez bir Allah dostu ara. Böyle yaptın mı, Allah, senin dostun olur.”

 

[1] Bkz. İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, Furkan Sûresi tefsiri.

[2] Ebû Dâvûd, Edeb, 16; Tirmizî, Zühd, 45; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 303, 334.

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle