Muhabbet Çorbasi

Gözlerini tencerelerin dizili olduğu büyük rafta gezdirdi... O, ne zaman gözlerini değdirse, tencerelerde bir kıpırtı, bir sevinç başlar, acaba bugün, hangimizin içinde çorba pişirecek diyerek, her bir tencere, kendince heyecana kapılırdı.

Nasıl ki çoğu insan, elinden tutulmasını, bir iş için yorulduktan sonra, ardından teşekkürle anılmasını ve nihayetinde işe yaramış olmanın verdiği huzurla uyumasını severse, tencereler de böyleydi. Allah aşkına, içinde aş pişirilmeyen tencere, varlığının hikmetini nasıl kavrayacak? Yaratılışı gereği, ateşle hemhâl olmaya meyyal tencere, ocak üzerine konulmasa, nasıl mutlu olacak?

Tüm tencereler, tatlı bir telaşla beklemeye koyuldular. En yaşlısından tutun da, en genç, en parlak tencereye kadar hepsinde bir bekleyiş başladı. Her birinin kafasında bir tek soru: Acep aşçı, bugün hangimizi ateşe koyacak?

Ama atlanmaması gereken bir ayrıntı var ki, onu da dile getirmek gerek: Büyük rafın bir kenarında, henüz yeni alınmış ve daha önce hiç kullanılmamış bir küçük tencere de duruyor ve başına geleceklerden habersiz, doğrusu, biraz da ukalâ bakışlarla diğerlerini seyrediyor.

Şimdi, devam edelim hikâyeye:

Mâhir aşçı, yılların tecrübesiyle, gözlerini bütün tencereler üzerinde gezdirdikten sonra, kararlı bir el hareketiyle, hepsini atlayıp, küçük tencerenin kulpundan tuttu. Hani dedik ya, küçük tencere acemi... Biraz bozuldu böyle kulpundan tutulup götürülüşüne. Kaşını kaldırdı aşçıya. Ama aşçı, umursamaz görünüyordu. Bu umursamazlık, iyice kızdırdı küçük tencereyi. İçinden bağırmak geldi, ama tuttu kendini.

Aşçı, bir süre sonra, sadece el alışkanlığıyla değil, büyük bir ustalıkla, ocak üzerine koydu  tencereyi. Hani kendini tuttuydu ya az önce, ateşi görünce, feryat figan bağırmaya başladı bizim tencere:

“-Âh! Yandım aman! Ey canıma kasteden hâin aşçı! Ey elleri kırılasıca! Sen ne beter huylu biriymişsin ki, benim gibi gencecik, tertemiz bir tencereyi ateşe koydun! Şu koca rafta, onca ihtiyar ve yanık tencere dururken, ne kastın vardı ki, bula bula beni buldun! Oysa ben ne kadar da mutluydum durduğum yerde. Canım yanmaz, başım ağrımazdı. Kulpuma elini attığın anda başım ağrımaya başlamıştı zaten! Bu da yetmezmiş gibi, yanan ocağa bıraktın da, ölmeden cehennemde yaktın beni! İnsafsız aşçı! Canın çıksın emi!”

Ne tuhaf ki, bunca feryada karşın, aşçı, yüzünde esrarlı bir gülümsemeyle işine devam ediyor, üstelik, rafta oturmakta olan o emektar tencereler de, tebessüm ederek, küçük tencereyi seyrediyorlardı. Bizimki, canının derdine düşmüş, altında yanmakta olan ateşin tesiriyle, iyice deliye dönmüştü.

“-Âh aman ah! Şu pırıl pırıl varlığımı yakıp da eline ne geçeceğini sandın, acımasız aşçı! O insaf tanımaz ellerinle, beni ateşe attın da, bundan ne kâr elde ettin? Anam yok ki, kaçıp kucağına sığınsam! Babam yok ki, gidip kanadına büzülsem! Garip buldun da, gücün bana mı yetti! Boyum bosum da yok ki, içimde pişecek aş, açlara yetse! Deli aşçı! Akılsız aşçı! Taş kalpli! Yazık senin eline düşen tencereye ki, merhametin hiç yoktur! Allâh’ından bulasın!”

Sıkıştı mı duâya değil de bedduâya sarılmak, bütün küçük kalmışların mârifet sandığı usûl ya, bizim tencere de açtı ağzını, yumdu gözünü... Bu sırada aşçı, dilinde duâlar ve yüzünde huzurla işine devam ediyordu. Tencerenin içine koyduğu suya, biraz tuz ve yağ ekledi. Eline aldığı tahta kaşıkla, hafiften karıştırdı suyu. Bu sırada, küçük tencereye yaklaşma fırsatı bulan tahta kaşık, dedi ki:

“-Aman tencere! Sonradan pişman olacağın laflar etme! Aşçı pek mâhirdir. Zaten sen ne desen, duymazdan gelir. Çünkü o, kendisine verilmiş olan görevi hakkıyla yerine getirmekten gayrı düşünce taşımaz. Karışma ki, o, seni ne zaman ocağa koyacağını, ne zaman ateşten alacağını çok iyi bilir…”

Küçük tencere, kaşığın bu sözlerini duyunca, temelli dellendi:

“-Tabi…” dedi, “Sana göre hava hoş! Ateşte oturan benim! Sen sadece ara sıra girer, ortalık karıştırırsın! Bana karışma diyorsun ama, karıştırmakta da üstüne yok hani! Hem sen karıştırdıkça, sıcaklık içimdeki suyun her yanına dağılıyor da, sanki, içten içe yanar gibi oluyorum. Çık git çabuk!”

Ama kaşık, küçük tencerenin sözlerine rağmen, aşçı çıkarana dek, suda kaldı. Zira kaşık da sadece, aşçının elinde bir hizmetkârdı. Zaman ilerledikçe, küçük tencerenin içindeki su, kaynamaya başladı. Su kaynadıkça, tencerenin sesi biraz azalır gibi oldu. Sanki artık bağırmaya hâli kalmamıştı da, susmuştu. Fakat tam da böyle zannederken herkes, tencere, az önce kovduğu kaşığa dönerek, haykırdı:

“-Âh kaşııık! Neredesin geel! Gel de şu kaynayan suyu birazcık karıştır! Karıştır ki belki, içimi yakmakta olan sıcaklık biraz rahat bulur.”

Ama dedik ya, kaşık, kendi istemesiyle gelemez. Daha doğrusu kaşık, kendinden bir şey istemez. Çünkü o, aşçıya râm olmuş bir hizmetçidir. O alır da karıştırırsa, kaşık karıştırır, yoksa yok!

Ama bizim küçük tencere, kızgındı ya aşçıya, bu sebeple onu muhatap görmedi de, kaşığa yalvardı durdu. Bu yüzden de bir cevap alamadı. İçindeki su kaynadıkça, yangını da arttı.

Aşçı, bir süre sonra, elinde bazı malzemelerle ocak başında belirdi tekrar. Bu sırada küçük tencere, canı burnunda bir insan ne kadar anlayışlı olabilirse, o kadar anlayışlıydı. Yani son derece zor bir durumdaydı ve anlayışlı olmaktan çok uzaktı. Altı ateş, içi kaynar su... E kolay değil, varın, siz tencereye anlayış gösterin artık... Çünkü onca sözü işitmesine karşın, aşçı da, tencerenin her sözünü hoşgörü ve anlayışla karşıladı. Her ne kadar, feryatlarından ötürü ateşten çekip almadıysa da, isyanlarına ve itirazlarına karşılık, sert de davranmadı. Aksine, yüzünde tatlı bir tebessüm, farklı bir olgunluk taşıyarak, çorbayı pişirmeyi sürdürdü. Önce biraz “dert” kattı suya... İçine dert düşen tencere, başladı sızlanmaya:

“-Eyvahlar olsun, eyvâh! Bu da nedir Allah’ım! Beni kimlerin eline bıraktın böyle? Şu dupduru suyuma, şu aşçının kattığına bir bak! Dert midir nedir adı, attı da içime, huzurumu kaçırdı. Şimdi sızlanmayıp da ne edeyim? Âh ayağım yok ki, kaçıp gideyim!”

Bu sırada aşçı, çorbaya kattığı malzeme karışsın diye, tekrar aldı tahta kaşıkçığı eline. Kaşık, fırsat bu fırsattır dedi, başladı tencereye moral vermeye:

“-Aman küçük tencere... Derdi beğenmezsin ama, iyi bil ki, dertsiz olan kimse yok. Hem yine bil ki, dertten iyi derman yok. Sabret de dertteki derman, açığa çıksın. Sabret de dert gibi görünen şu katık, lezzetine yeni lezzetler katsın.”

Tencere dedi ki:

“-Âh âh! Oradan konuşması ne de kolay değil mi? Konuş bakalım, konuş, geveze kaşık! Zaten davulun sesi uzaktan hoş gelirmiş. Kafasına vurulan, yaralanan benim, sana göre ne var ki?”

Ardından, biraz niyaz ekledi aşçı... Derdin peşine “niyaz” eklenince, tencere başladı yalvarmaya:

“-Allah’ım! Canım yanıyor! Kurtar beni! Ateş, düştüğü yerleri yaktı da, kimseler anlamadı şu kara bahtlı tencereyi… Dost bildiklerim uzaktan tebessümle seyre daldılar hâlimi. Yalvarırım kurtar beni Allah’ım! Dert ile aczimi bildim, niyaz ile Sen’den yardım dilenmeyi...”

Sonra hemen peşinden, biraz “sürûr” ekledi, aşçısı çorbaya. İçine sürur düşen tencere, başladı ağlamaya:

“-Allah’ım! Sen’den başka derdime derman olacak kimse var mı? Sen lutfettin de, şu sıkıntılı bağrım, bir nebze ferah buldu. Öylesine hasrettim ki sevince, kavuşunca gözlerime yaş doldu. Sen ne rahmet sahibi bir Allah’sın ki, bana sevinç gözyaşları ikram ettin. Ve ne garip sırrın var ki, sevinci, şu acımasız aşçının eliyle sundun... Ama ben, şimdi bunu düşünecek hâlde miyim ki? Hamdolsun! Hamdolsun! Hamdolsun!”

Hemen ardından, azıcık “vesvese” ekledi aşçı çorbaya. İçine vesvese düşen tencere, başladı kıvranmaya:

“-Allah’ım! Ben nasıl bir tencereyim ki, bu hâllere düştüm! Bu ne biçim bir çorba ki, içinde her bir şey var? Bu nasıl bir aşçı ki, beni yaktığı yetmez gibi, çorbayı da mahvetti!”

Tam bu sırada, kaşığı tekrar daldırdı çorbaya aşçı. Çünkü kattığı malzemelerin, iyice karışmasını istedi. Kaşık, fırsattan istifâde, dedi ki tencereye:

“-A tencere! Söyle bakalım, çorbayı mı beğenmiyorsun, aşçının sanatını mı? Ufacık boyuna bakmıyorsun da, şu ocağa konduğundan beri dırdır edip duruyorsun! Tekrarlıyorum: Sonradan pişman olacağın sözü konuşma! Gerçi, ezelinde pişman olacağı iş bulunan kişi, ebedî tövbeye yakın durur... Kimbilir, şu ukalâlığın bile gün gelip, sana yine rahmet olur. Çünkü şek ve şüphe yok ki, aşçı dilese, seni hemen susturur. O ki susturmuyor, ben ne desem boş... Allah’ım! Sırların ne hoş!”

Bu sırada aşçı, kaşığı tekrar çekti, dilinde duâlarla, çorbayı katıklamaya devam etti.  Biraz “acı” atınca çorbaya, içine acı düşen tencere, aczinin tesiriyle tekrar feryada başladı:

“-Yandım Allah’ım yandım!!! Yetmez mi bunca yanmak!!! İnsafına dayandım!!!”

Hemen peşinden, az biraz “gaflet” ekti aşçı çorbaya. İçine gaflet düşen tencere, gözlerini kapatıp kısacık bir süreliğine de olsa, uykuya daldı.

Aşçı mâhir, nerede ne katacağını bilir. Tencere biraz unutmuştu ki kederini, bu sefer de tertemiz elleriyle, “isyan” ve “itiraz” ekledi. İçine isyan düşen tencere, sanki az itiraz edermiş gibi, tekrar başladı âha eyvâha, iyi mi:

“-Şu azıcık ferahlığı çok gördü de, ey dostlarım, düşmanlarım, görün neler etti şu aşçı olacak merhametsiz adam bana! Bırakmadı ki köşemde rahat rahat yaşayayım. Acılarla, yangınlarla huzurumu bozdu. Ferimi tüketti tüketti, yeniden geri verdi de, hâlden hâle girip, mahvoldum.”

Doğrusu, hakkını teslim etmek gerek... O kadar güçlü bir yapısı vardı ki tencerenin, küçüklüğüne aldanmak yanlış olur. Bunca zamandır ateşte olmasına, içi kaynayan bir aşla dolmasına karşın, susmak bilmemişti. Ne zordu susmak. Ne zordu içi yanarken feryatsız kalıp sükût etmek. Ve aslında ne zordu, onca yanmaya karşın, hâlâ ses veriyor olmak...

Tencere, içinde dert, acz, niyaz, gaflet, isyan ve itiraz bulunan bir çorbadan ne hayır geleceğini bilmiyordu. Hani sadece acz ve niyaz olsa anlayacaktı ama, bu ne garip bir aşçıydı ki, gaflet ve isyanı da katıp, berbat etmişti çorbanın tadını. Bu, tuzla şekeri aynı yemeğe karıştırmak gibi bir şeydi işte. Ya da biberle balı aynı aşa katmak gibi...

Ve bu şuna benziyordu ki, bir kul, hem Allah’a yalvarır, gözyaşları içinde tevbe eder olsun, hem de günah işlemeye devam etsin. Ya da, aynı kul, hem muhabbetten bahseder, hem de geceleri gaflet içinde uyur olsun... Hâsılı, aynı kafeste, kuzuyla kurt, kuşla yılan bir arada yaşıyor olsun.

Bizim küçük tencere, böyle bir birlikteliğin hikmetini kavrayamayacak kadar tecrübesiz olduğundan, gücü yettiğince itiraz etti... Kâh gaflete daldı uyudu, kâh içi yandı ağladı... Kimi zaman korkuyla titredi, kimi zaman şaşkınlıkla ürperdi. Öyle bir ân geldi ki, tüm umudunu ve çıkış yollarını tükettiğini hissedip, çıldıracak gibi oldu. Ve işte, her sonlu gibi, onun gücünün de sonu geldi. Tencere, içini kaynatmakta olan ateşin tesiriyle, o kadar mecalsiz kaldı ki, hiçbir şey düşünemeyecek, tek kelimelik yorum yapamayacak ve tek bir soru dahî soramayacak hâle geldi. Ve aşçı, uygun gördüğü süre dolana dek, yanan ocağın üzerinde bıraktı çorbayı... En sonunda tencere, bayıldı kaldı...

Ne zaman ki, tencerenin sesi kesildi, aşçı, ocağı söndürdü. Çorba ve tencere, kendilerinden habersiz, uzun süre baygın hâlde durdular. Bir zaman sonra, elinde kepçeyle geldi aşçı... Bir besmele çekti ki, cümle açlara müjde gibi... Tencerenin kapağını açıp, içindeki çorbayı şöyle bir karıştırdı. Bu sırada etrafa öyle güzel bir koku yayıldı ki, aşçının gözleri güldü... Sırada bekleyen açlara gıda olsun diye, kepçesiyle çorbadan almaya koyuldu. Kâselere doldurduğu çorbaları, açlara dağıttı. Her tadan, ayrı bir lezzet buldu çorbadan...

İşin ilginç yanı, bu çorba, başkalarına dağıtmakla eksilmiyordu. Bu sırada tencere, tüm acılarının dindiğini, sanki bütün o eziyetleri hiç çekmediğini hissederek ve diliyle, önceleri tâlimini yapmışçasına, vird şeklinde şükrederek, yavaş yavaş açtı gözlerini.

Baktı ki içinde, öncekine hiç benzemeyen bir hâl... Aşçı, şefkatle dokundurdu nazarını tencerenin yüzüne... Açlar, hürmetle; raftaki diğer tencerelerse sevinçle baktılar ona... Hani bizim tencere, çorbayı da, aşçıyı da beğenmezdi ya; anladı ki, aşçı ne ederse, kıvamınca, tadınca eder. Onun el değdirdiği malzemeler, aşkla pişer de, herkese şifâ, herkese gıda olur.

Ve raftan alındığı andan sonra, ilk defa gülümsedi tencere. Öyle ki, bundan sonra ateşe ne zaman konulsa, sadece gülümsedi... Sadece şükretti... Zira içindeki çorba kıvama gelince anladı ki: Yakan, kaynatan, kıvama getiren od, muhabbetin ta kendidir... Aşçı ise zâlim bir adam değil, gönül yapan sevgilidir…

Her çorba, hamlığı gidene dek karışır da karışır. İçine türlü türlü malzeme girer de, dar açılardan kurtulup, derya gibi bir bakışa ulaşır. Çorba konuşmaz, kaptır itirazı bitmeyen... O da dem gelir, susmaya alışır. Zaten, tencere ne kadar dırdır etse, aşçı, sabırla ve hakikatli bir acımayla, kıvam için uğraşır.

Çorba kendi karışır da, karnı aç olanın, kokusundan başı döner... O kendini beğenmez... Ama gelin görün ki, açın hâlinden de ancak aç anlar...

Aşçının hüneri, çorbanın tadından anlaşılır. Öyle güzel bir kokusu ve tadı vardır ki muhabbet aşının,  hatırına nice çukur, nice yamaç ve nice dağ aşılır.

 

PAYLAŞ:                

Neslihan Nur Türk

Neslihan Nur Türk

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle