Hazan Yaprağı

Çiseleyen yağmurun altında biri dolaşıyordu. Öylesine dertli ve mahzun bir görüntüsü vardı ki, tarif etmek güç. Ağlıyordu...

Yağmura karşın, şemsiye açmamıştı. Üstelik, ceketinin yakasını bile kaldırmamıştı damlalardan sakınmak için. Ne hissettiğine dâir yorum yapılabilir ama, yine de kesin bir şey söylenemez. Kim bilir, belki de yağmura duyduğu sevgiydi, onu böylesine aldırmaz kılan. Öyle bir sevgiydi ki, belki, her bir damlasına kavuşmak istemiş de açmamıştı şemsiyesini...

Gözleri yerdeydi... Yağan yağmura karşı ne denli teslim hâlindeyse, bastığı yer konusunda da o denli tedbirliydi... Evet, bu hâle de bin türlü yorum yapılabilir ama, belki, o kadar çok seviyordu ki yağmuru, tek bir damlasını bile ezmek istememişti.

Doğrusu, insanoğlunun âdetidir ahkâm kesmek. Nedense mutlu eder çoğu insanı, bilir gibi görünmek. Hele de bilmiyorsa... Hele de hiçbir fikri yoksa, nedense daha da çok tahmin yürütür... O kadar da bilgiç bir tavırla yapar ki bunu, ehlidir sanırsınız. Oysa bilenler vardır, elde parmak misâli... En çok onlardır seçen, diyeceği cümleyi...

Şimdi bırakalım bunları bir tarafa, dönelim yağmur altında ağlayarak yürümekte olana... Hem ağlıyor, hem ağır adımlarla gidiyordu. Öyle ki, hiç kimse umurunda değil... Zaten, derdi içinde olana, dışarısı gam değil... Sanırsınız âlemde ayrı bir âlem bulmuş da, orada geziniyor. Sanırsınız, uzaklarda bir sevdiği var da, hasreti içine çökmüş, gözyaşı döküyor...

Zaten, sanmaktan gayrı neye yeter gücümüz. Sanırız... Cehlimiz dağlar aşmış, zan olmuş her yanımız....

Ayaklarının altında çiğnediği hazan yaprakları da hüznünü mü perçinliyordu ne, bakışındaki efkâr arttıkça artıyordu. Sanki çekiniyor,  “yerden kesilse de ayaklarım, ezmesem şu cânım yaprakları” duygusuyla doluyor da, yere basmaktan utanıyordu...

Tam da bu sırada...

“–Çekinme, çiğne ve geç...” dedi bir ses...

Adam, yerden kaldırdı başını ilk defa... Etrafında konuşan birini aradı, bulamadı. Sonra, bir hayâle kapıldığını düşünerek, tekrar yürümeye başladı.

“–Ağlıyorsun, bir derdin var, anladım...” dedi aynı ses...

Bu sefer, sesin nereden geldiğini keşfetmiş, fakat bu kez de gözlerine ve kulaklarına inanamamıştı adam. Zira konuşan, az önce üzerine basıp geçtiği bir hazan yaprağıydı...

Hayretler içinde kaldı... Bir insan, bir yaprağın konuştuğunu duyduğunda en fazla ne kadar şaşırabilirse, o kadar şaşırdı. Kendinden şüphe etti önce. Tekrar dönüp gidecek oldu ama, bu sefer yeni bir cümle daha duydu:

“–Gidiyorsun, hâlbuki dinleyeceğini sanırdım...”

Adam, yaprağın olduğu yere doğru döndü. İyice inandıktan sonra gözlerine, çömeldi ve hayretle baktı. Yaprak dedi ki:

“–Niye şaştın? Bir hazan yaprağı, bir insanla konuşmaz mı sanırdın?

Öncelikle şunu bil ki, her yaprak gibi âcizim, dilinizi konuşmaktan. Buraya düştüm düşeli, gelen geçen herkese gücüm yettiğince seslenirim ama, ilk sen oldun beni duyan. Yani, aslında şaşması gereken benim. Zira ilk defa, dilimden anlayan bir insanla karşılaştım. Lâkin, şaşmaktan geçtiğim için, senin gibi hayret duymuyorum. Benim işim, söyletildiğince söylemek ve beklemektir. Bu sebeple ne duyana, ne de duymayana şaşarım. Tüm varlığımla sadece, kendimce sır saçarım...”

Adam, bu konuşmaları dinledikten sonra, dedi ki:

“–O halde söyle... Kimsin, nesin, nerelerden gelmektesin ve nedir acep hikmetin?”

Hazan yaprağı:

“–Dinle.” dedi... “Bütün kalbinle dinle beni... Çünkü, belki bundan sonra asla konuşmayacağım...”

Adam yaprağın bu ikâzı üzerine, dikkat kesildi ve dinlemeye koyuldu. Biz de dinleyelim bakalım, hazan yaprağından neler duyuldu:

“–Aylar önceydi... Ay dediysem, siz insanoğluna ömürden bir küçük parça, bize ömür gibidir. Bir ulu ağacın dallarında geldim dünyaya. Kolay değil kuru dalda yaprak olmak. Lâkin, öyle bir kudret ki beni yaratan, sadece yaprağa daldan değil, yumuşak başlı çimene, baş çıkarttırır taştan...

Küçüktüm. Etraftaki büyük yapraklara bakar, ne zaman onlar gibi büyüyeceğimi düşünürdüm. Yemyeşil, taptaze ve pırıl pırıldı yüzüm. Daha önce doğmuş olan yapraklardan, yaşlanınca sararıp solacağımızı duyar, nasıl olur ki, diye sorardım kendi kendime. Gündüz güneşe bakar şenlenir, gece ay ışığıyla neşelenirdim.

Bulunduğum yüksek yerden, gelip geçenleri seyrederdim. Küçüklüğün şânıdır: «Ne de güzel, hepsinden yukarıdayım, bana erişemezler.» der, gizli bir gururla dolardım. 

Ne derdim vardı, ne kederim. En çok yağmuru severdim. Çünkü ne zaman yağsa, damarlarıma can dolduğunu hisseder, sanki yeniden dirilirdim.

Fazla geçmemişti ki, bir kuraklık baş gösterdi vatanımda. Toprak kurudu. Sanki hayat kaynağımız kayboldu. Zayıfladığımı, içimin yandığını, delice suyu arzuladığımı hissettim. O kadar yalvardım ki Allah’a... O kadar istedim ki suya kavuşmayı...

Bir ırmağın kenarındaydı ağacım. Akan suların nereye gittiğini merak ederdim hep. Âh, derdim, keşke ben de şu yapışık olduğum daldan kopup suya konsam da, akan suyla beraber, uzak diyarlara gitsem... Bu kurak yerden kurtulup, yeniden hayata dönsem...

Bir süre sonra, bu istek o kadar çoğaldı ki bende, içim sıkılmaya, canım daralmaya başladı. Susuzluğun tesiriyle, sabırsızlığım çoğaldı. Sanki bir yolculuk başlayacaktı da, aceleci bir yolcu gibi hazırlanıyordum. Aradan geçen birkaç ay boyunca serpilmiş, irileşmiştim, ama yine de zayıf bir yapraktım. Kendi gücümle ne daldan kopabilir, ne de bir yerlere gidebilirdim. Dem geldi, delice bunaldım dalda kalakalmaktan... Sanki, bir sırra kaptırmış da gönlümü, hasretle erimiştim... Kurağın da eklenmesiyle, canım yandı, inledim...

Birgün, rüzgâr daha önceleri hiç esmediği kadar kuvvetli esmeye başladı. Her zaman okşamasına alışkın olduğum rüzgârın, bu denli hiddetli esmesi, çok korkuttu beni. Zayıf ve ince  bir yaprak, korkmasın da ne etsin? Fırtınayla birlikte bir yağmur bastırdı. Daha önceki yağmurlara hiç benzemeyen bir yağmur... Damlalar can verirdi ya önceleri, o sefer sanki canımı aldığını hissettim. Ağacım zor duruyordu ayakta. Daha zayıf dalların kırıldığını ve fırtınada savrulduğunu dehşetle seyrettim. Tam kalbim çıkacaktı ki korkudan, o da ne, beni dalıma bağlayan incecik parçam kopuverdi yerinden...

Doğduğum, büyüdüğüm, alıştığım, zaman zaman sıkılsam da, kendimi üstünde rahat ve güvende hissettiğim daldan kopmak, çok farklı duygular yaşattı bana... Savruldum oradan oraya... Ve saatler sonra kendimi ırmağın sularında buldum.

Nicedir hasretle beklediğim yağmurun altında, imrenerek seyrettiğim sularınsa bağrındaydım şimdi. Ama bu şekilde bir kavuşma, hiç aklımdan geçmemişti. Hem, ne kolum vardı, ne kanadım... Irmak suları dalgalanıp coşuyordu üstelik. Sen misin imrenen, dedim, kendi kendime... Al işte... Irmaktasın...

Irmaktaydım ama, o kadar çaresizdim ki, şükrü unutup, şikâyete başladım. Ağladım, feryât ettim, sızlandım... Dalgaların gücü ve sürükleyişi karşısında, elimden başka bir şey gelmedi... 

Ne yapsam da kurtulsam diye düşündüm, lâkin, dalgaya söz mü geçer? Aldı götürdü beni bilmediğim yerlere. Yorgun ve bitkin bir halde gözümü açtığımda, aradan günler geçtiğini ve fırtınanın dinip, suların sakinleştiğini gördüm. İsyânım, yorgunluğumu bastırdı... İşte, dedim, şimdi kurtulmanın tam sırası!

Ne tuhaf! Hem hasret çekmiştim suya, hem de şimdi kaçmanın yollarını arıyordum... Önüm uçsuz bucaksız bir ırmak. Kenarlarda ara sıra kıyıyı görüyordum ama, ulaşmanın imkânı yok. Hırçın ve çaresiz bir halde çırpınmaya başladım tekrar. Tam o sırada, ırmağın orta yerinde, bir taşa takıldım... Belki dedim, bu taşın üzerine çıkınca, biraz nefeslenirim... Sular da acımış mıydı ne, bırakıverdi beni taşcağızın üstüne...

Hele de sulara salmayıversin seni kader, taşlar bile acır da, dile gelir, söz söyler. Taş bana dedi ki:

“–Ey yaprak! Sararıp solmuşsun. Belli ki çok yorulmuşsun. Şimdi biraz dinlen ama, az sonra, tekrar bağrına alacak seni sular. Bilesin ki, çare değil çırpınmalar. Bırak kolu kanadı zayıf kuşlar gibi uçmaya çalışmayı. Batarsın, debelenmeyi bırak... Suyun üzerinde kalmanın tek yolu, suya teslim olmaktır... Akışa bırak kendini... Bırak kendini... Bırak!..”

Taştan duyabildiğim son sözler olmuştu bunlar. Bir anda, yine dalgalar arasında buluverdim kendimi... Taşın öğüdü aklımdaydı ama, yine de zaman zaman çırpınmadan duramadım... Ve böylece, boş yere yorulmakla kaldım... Zira sular, akmayı sürdürdü, ben de suların akışınca sürüklenmeye devam ettim...

İtiraza ne gerek vardı halbuki! Dalgaların tadını çıkarmak, ânı ânına acıyı ve heyecânı yaşamak, yaratana sığınıp, O’na güvenip rahat olmak varken, beyhûde gayretlerle, kurtulmaya çalışmaya ne gerek vardı! Gel, dedim, dinle taşı... Elbet Allah söyletti, o iyi arkadaşı...

Bıraktım kendimi... İçimdeki merak dinmemekle ve içten içe yine de ürkmekle birlikte, çırpınmayı bıraktım. Elbet, dedim, bir yer gelir, biter bu gidiş...

Günler böylece geçti... Ve birgün yine ansızın, hızlanmaya başladı sular. Nedense, daha bir hızlı, daha bir deli akmaya başladı. Başımı kaldırıp bakmaya kalmadı, bir düşüş düştüm ki, ancak yaşayan bilir... 

Yaralandım, kanadım, acıdım. Bir an, her şey bitti sandım ama, bir de baktım ki hâlâ sulardayım... Metrelerce yükseklikte bir şelâle imiş meğer yuvarlanıp kaldığım. Duyduğum acıyla dedim ki içimden:

“–Sen... Sulara yanmış, ama sulara dalmanın kadrini unutarak, çektiğin cefâya sızlanmışsın. Sen, hem sevdiğini sanmış, hem sevdiğinin cevrini kaldıramamış, yine de kovulmamış, zavallı, hasta bir yapraksın... Şükret ki, tüm edepsizliğine rağmen, hâlâ kucağında taşımakta seni su... İlk hâlinden eser kalmadı, unuttun yerini yurdunu... Bildiğin ne varsa şaştın. Vaktiyle her şeyi bildiğini sanan, şimdi ise, gördüklerinden bile bir anlam çıkaramayan, âciz, câhil bir hazan yaprağısın...”

O gün, isyâna ve sormaya gücüm kalmadı... O kadar zayıfladım, o kadar bitkinleştim ki, ağzımı açmak şöyle dursun, gönlümden dahî tek soru geçmedi... Ne zaman ki sormaya mecâlim tükendi, işte o zaman, sular, sanki okşarcasına taşıyıp beni, işte şu durduğum yere bıraktı. Burası, benim son durağım...

Burada, neredeyse her gün, onlarca insanın ayakları altında ezilmekteyim. Bir zamanlar, kendilerine yukarıdan baktıklarım, şimdi üzerime basıp geçiyorlar... Hatta bazıları, farkında bile olmadan yüzüme tükürüyor... Kimse bakmıyor artık... Kimse önemsemiyor... Herkes, dallardaki yaprakların seyrinde... Lâkin, bunların hiçbiri bana acı vermiyor. Şimdi, toprağa karışmanın derdindeyim. Hayır! Sanma ki, ezip geçenlere içerlemekteyim... Aksine, mutluluk duyuyorum bundan. Zira onların her basışı ile, biraz daha toprağa gömülmekteyim...

Şimdi, bırak kendini sulara... Sorma neden ve niçin... Sular O’nun emrinde... Sular... Senin için…”

Bu sözlerin ardından, bir daha hiç konuşmamacasına sustu hazan yaprağı... 

Adam, yüzünde şaşkınlığın eserleri, doğruldu... Yağmur dinmişti... Tatlı bir rüzgâr yüzüne değdi ve adam, dinlediği hikâyenin tesiriyle, yanında akmakta olan ırmağa nemli gözlerle bakarak, ağır ağır yürüyüp gitti... 

PAYLAŞ:                

Neslihan Nur Türk

Neslihan Nur Türk

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle