Hidayete Davet

Kur’ân-ı Kerim’de, Allah Teâlâ’nın, hidâyete gelmeyeceğini bildiği halde, Hazret-i Musa’yı Firavuna tebliğ için göndermesi hâdisesi, bizlere tebliğin ehemmiyetini aksettiren müşahhas bir misaldir. Bu cihetle mü’min, kendisinin herkese karşı bir “tebliğ memuru” mes’ûliyeti içinde olduğunu unutmamalıdır. Tebliğinden kimin, hangi nisbette istifade edeceği meçhul olduğu için her karşılaştığı insanda güzel izler bırakacak bir şahsiyet telkin etmeli; hâliyle ve hikmetli sözleriyle îmân heyecan ve vecdinin tezâhür ettiği bir dâvetçi olmalıdır. 

Cenâb-ı Hak, böyle fertlerden oluşan ümmet-i Muhammed’in üstün vasıflarını şöyle tavsif buyurur:

«Sizler, insanlar arasından çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Mârufu emreder, münkerden nehyedersiniz.»

Bu âyet-i kerimenin muktezâsınca; bir mü’min, ümmet-i Muhammed olabilmenin şeref ve izzetine lâyık bir kulluk yaşamalıdır. Bu da ancak Kitab ve Sünnet’in muhtevâsı içinde, îmânın lezzet ve heyecanını duyan, bu heyecanla insanların hidâyetine vesile olmak için gayret sarfeden, en ümitsiz hâllerde bile insanlara tebliğde bulunmaya devam eden, mü’minlerin dertleriyle dertlenen ve son nefes endişesiyle hayatını devam ettiren bir kul olmakla mümkündür.

Aşağıdaki hâdise, kanser uzmanı Dr. Haluk Nurbâkî’nin hâtırâtından alınmış, tebliğin ehemmiyetini gösteren ibretli bir vak’adır.

*   *   *

Kanser hastanesinde başhekimken Serap adında bir genç hanım hastam vardı. Bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt dışına gitmek istemesine rağmen, bazı formaliteler sebebiyle  o imkânı bulamamıştı. Serap’ı özel bir alâkayla bizzat ben tedâvî altına aldım. Ve kısa bir süre sonra da Allâh’ın izniyle iyileştiğini gördüm. Ancak Sarap’ın da bütün diğer kanserliler gibi ilk beş yıllık zamanı çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu.

Bir iş kadını olan Serap, 4 yıl kadar sonra bir ihâle için İzmir’e gitmek istedi. Kış aylarında olduğumuz için uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim. Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz bindiği otobüsün kazâ geçirmesi üzerine altı saat kadar mahsur kalmış. Dönüşünden kısa bir müddet sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı. Serap bacak kemiklerindeki metastaz sebebiyle yürüyemez hâle gelirken, hastalığın akciğerdeki tezâhürü yüzünden devamlı oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra, ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu. Evine gittiğim gün, yine güçlükle konuşarak:

“–Doktor bey.” dedi. “Ben size dargınım!”

“–Niçin?” diye sordum.

“–Siz… dindar… bir insanmışsınız… niçin… bana… da, Allah’ı… ölümü… âhireti… anlatmıyorsunuz?”

Dînî inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için bu teklifi karşısında oldukça şaşırdım. O’nu üzmemeye çalışarak:

“–Doktora ulaşmak kolaydır, dedim. Parayı bastırdın mı istediğine tedâvî olursun. Ancak îmân tedâvîsi için gönülden istek duymalısın!..”

Konuşmaya mecâli olmadığından:

“–Ben o isteği duyuyorum!” mânâsında başını salladı. Artık ümitsiz bir tıbbî tedâvînin yanısıra, ebedî hayatın ve saâdetin reçetesi olan îmân derslerimiz başlamış ve son günlerini yaşayan Serap için bu dersler “hızlandırmalı öğretim”e dönmüştü. Anlattığım îmân hakîkatlerini bütün rûhuyla meczediyor ve arada bir soru soruyordu. Vefâtına bir hafta kala:

“–Doktor bey.” dedi. “Ben… ölürken… ne… söylemeliyim?”

“–Senin durumun çok özel.” dedim. “Kelime-i Şehâdet sana uzun gelir. O ânı fark edince Hazret-i Muhammed sana yeter!”

O hâliyle tebessüm ederek, yine başını salladı. Çok ızdırabı olduğu için Serap’a sürekli morfin yapıyor ve onu uyutmaya çalışıyorduk. 

Ben, bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim. Dönüşümde annesi telefon ederek:

“–Serap bir haftadır morfin yaptırmıyor.” dedi. “Sabahlara kadar inliyor ve çok ızdırap çekiyor.”

Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum. Aldığım cevabı hâlâ unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum:

“–Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste “Muhammed” diyemezsem!..”

İşte Serap, böyle bir hanımdı. Bu arada benden istihâreye yatmamı ve eğer birkaç gün daha ömrü varsa, son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmamasını ricâ etti. Ben, hiç âdetim olmadığı halde Cuma gününe rastlayan o gece istihâreye yattım ve Serap’ın âcizliği hürmetine olacak ki, Salı gününe kadar yaşayacağına dâir işâret sezdim. Ertesi gün, ona:

“–Hiç korkma!” dedim. “İğneyi vurdurabilirsin.”

Ve Serap, bir vedâ vasfı taşıyan bu görüşmemizde son cümlelerini de dile getirdi:

“–Doktor bey… Azrail… bana… nasıl görünecek?”

“–Kızım…” dedim. “O bir melek değil mi? Hiç merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir.”

Salı günü Serap’ın ağırlaştığı haberini alınca, hemen eve gittim. Ancak vefâtına yetişememiştim. Âilesi tam manasıyla perişandı. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek:

“–Doktor bey!.. Biliyor musunuz, bu evde biraz önce bir mucize yaşandı!” dedi ve devam etti:

“–Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve «yataktan kalkması imkânsız» denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz kıldı. Bütün ev halkı, hayretten donup kaldık. Ve kelime-i şehâdet getirerek yatağına uzandı. Size de selam söyledi ve ekledi:

“–Doktor beye söyleyin, o âlem, onun anlattıklarından da güzelmiş!” dedi. 

 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle