HAYAT MEKTEBİ

Küçükken hemen hemen hepimize anlatılan bir hikâye vardır: “Adam olmayan evlat hikayesi!..”

Babasını ayağına, askerlerinin zoru ile getirtiyordu da, meydan okuyarak:

“-Hep bana adam olamazsın derdin, iyice bak! Karşında koskoca bir vali duruyor!..” diyen oğluna, acıklı gözlerle bakan baba:

“-Ben sana vali olamazsın demedim evlâdım, adam olamazsın dedim!..” diye biten hikaye…

Vali olunuyor, ama adam olunamıyor. Allah, Allah, bu nasıl iş ola?! Onca yıl dirsek çürütüyorsun, okuyorsun, devletin en üst kademesine geliyorsun, bir de bakıyorsun ki sana:

“-Evlat, ben sana vâli olamazsın demedim; adam olamazsın dedim!.” deyiveriyor, babanız…

İnsan kendi kendine:

“-İyi de o evlat senin değil mi idi? Neden adam gibi yetiştirmedin?” deyiveresi geliyor.

Hep söylenir, “insanlığın” ya da hikâyede babanın dediği gibi “adamlığın” mektebi yoktur. İnsanlık, bir mektebe kaydolup oradan mezun olunmakla öğrenilmiyor. Yine sormadan edemiyoruz:

“-Hem mektebi yok, hem de bizden nasıl adam olmamızı beklersiniz?!”

Küçüklüğümde en çok düşündüğüm konu bu idi; “insanlığın mektebi” açıldığı zaman ilk kaydolan ben olmalıyım, babamın bana:

“-Adam olamazsın!” dememesi için… Bir de sevdiklerim bana:

“-Adam gibi adam”, “her işinden insanlık akıyor!..” desinler isterdim.

Neticede herkes, özellikle de çocuklar, değer verdikleri kişilerin kendilerini sevmesini, değer vermesini isterler. Ee, nihayetinde de sevilen, değer verilen kişi olmak, “adam gibi adam” olmaya bağlı olduğuna göre, doğrusu bu “adamlık”, yani “insanlık” öğrenilmeli…

“-İnsan doğuluyor, ama insanlık sonradan kazanılıyor; hattâ bazıları hayatları boyunca insanlık vasfını kazanamıyorlar!..” demişti bir dost…

Çocukluğumda bu mektebin açılmasını dört gözle bekleyen ben; bu mektebin esasında tam da ortasında olduğumu, hayatın, her ânını okuyabilip en doğru olan davranışı bulmakla, yaşadıkça öğrenildiğine şâhit olmuştum. Olgunluk, tecrübe, ağırbaşlılık, işte bu açık hayat mektebinde veriliyordu. Bu okulun öğretmeni, kâinât ve karşına çıkan her şey… Yani, öğretmen pek çok, öğrencisi ise sadece kişinin kendisi… Çok öğretmenli; zamanın her diliminde, bulunduğumuz her mekânda, karşılaştığımız canlı-cansız her varlık, her türlü olay ve durum, bizim öğretmenimiz oluveriyordu. O zaman okul varsa, öğretmenler varsa, neden kişiler “insanlık mektebi”nden mezun olamıyordu?! Cevabını da zaman öğretmişti:

“Kişiler, bu mektebin farkında olmadıkları için…”

Çocukluğumdan beri ağaca tırmanmayı, salıncakta sallanmayı, ağaçlarda yaprakların oluşumunu, sonbaharda da tek tek dökülmelerini seyretmeyi çok severim. Hayatımın “insanlık mektebinde”, ağaçlar bana çok güzel öğretmenlik yapmıştır.

Ağaca uzun süre tırmanamadım. Bağlık, bahçelik bir evde büyüyeceksiniz ve ağaca tırmanmayı bilmeyeceksiniz; olacak şey değil. Püs toplamak için (erik, kayısı, badem ağaçlarının dalları arasında oluşan, sızan, zamk) arkadaşlarım yarışa girerler; ağaçlardan topladıkları püsleri, ellerinin üzerine küçük bir tepe yaparlar, ağaçtan inince de o püsleri bir güzel yerlerdi. Ben püsü çok severdim. Kokusunu da… Öyle her püs toplanmaz; taş gibi olan, beyaza çalan püsler beğenilmez, bal renginde olan, dışında ince bir zarı olan kurumamış taze püsleri toplarlardı. Kimi püsler büyük olurdu:

“-Yaşasın, kocaman bir püs buldum!..” diye bağırırlardı birbirlerine…

Püs toplamak için ağaçlara tırmanmayı isterdim önceleri… Daha sonraları, yere sarkan dallardaki meyveler bittiğinde, ağacın tepelerinde nârin nârin süzülen meyveleri toplamak için tırmanmayı istemiştim. Daha sonraları da kendimle baş başa kalıp, kimsenin beni göremeyeceği bir yerde kitap okumak, gökyüzünü daha yukarıdan seyretmek için istemiştim ağaca çıkmayı…

Ben ağaçların altında, gözümde dağ gibi büyüyen, “tırmanma kahramanları” arkadaşlarımı seyrederdim. Kaç kez denedim çıkmayı, ama ellerim ağacı kavrayamaz, avucumun içi çizikler içinde kalırdı. Ya da avucuma söz geçirip, ağacı sımsıkı kavrasam, bu kez ayaklarım kayar, tırmanmama izin vermezlerdi. İnce ince seyrettim arkadaşlarımı, kimisi ayakkabısı ile çıkıyordu, kimisi çıplak ayak... Kimse yokken ben de denerdim, önce ayakkabı ile daha doğrusu ayaklarımdaki terlikler ile... Çıkabilmek ne mümkün! Terlikler ağaçtan üç metre öteye fırlardı. Ben yine ayaklarım sıyrıla sıyrıla, ellerim de ağaçtan kaya kaya çizikler içinde toprağı kucaklardım. Bazen ellerim çok acımasın diye kendimi toprağın üstüne attığım da olurdu. Kendimi toprağa atmak hiç güzel olmazdı; çok kötü düşerdim, canım yanardı, sırtım ağrı içinde kalırdı.

Bir dönem bahçemizdeki ağaçlar, benim en büyük tutkum olmuştu. Sabahın erken saatinde daha kimsecikler uyanmadan bahçeye çıkar; badem ağaçlarını, dut ağaçlarını, kayısı ağaçlarını ziyaret ederdim. Yere dökülen yemişlerini toplardım. Ya o en tepedekiler…

“-Allâh’ım! Yardım et!.. Nasıl bir işkenceymiş bu ağaca tırmanmak!”

İşin inceliklerini öğrenmek için arkadaşlarımı çok dikkatli seyrederdim. Kedi gibilerdi, doğuştan kabiliyetlilerdi besbelli…

Bir gün arkadaşımın ağaca tırmanırken gövdesini yukarı doğru kollarından destek alarak çektiğini gördüm; ağacın gövdesine tutunuyor, ellerini yetişebildiği en üst mesafeye yerleştiriyor, gövdesini kollarından aldığı destekle çekiyor. Geldiği basamakta sıkı sıkı tutunuyor, bu kez daha yukarılara tutunup, gövdesini yine çekiyor. Ana gövdeyi atlatırsanız, dallara ulaşırsanız, zaten tırmanmak hem kolay, hem de acısız, zevkli hâle bürünüyor. O daldan diğerine atlıyorsunuz, tutunup bir üst dala çıkıyorsunuz.

Terliğim kayıyor, çıplak ayak canım yanıyor, o zaman çorapla çıkmalıyım. Tamam deniyorum, bugün ne olursa olacak ve ben bu kayısı ağacına tırmanacağım. Aynen gördüklerimi uyguluyorum. Üç düşe, beş düşe, bir de baktım ağacın tepesindeyim. Allâh’ım! O, ne güzellik! Yükseldikçe, yükseliyorsun, üst dallarda kimsenin dokunmadığı kayısıları koparıp koparıp yiyorsun. Gökyüzünü seyrediyorsun.

Hayatta karşıma bazen çok zor işler çıkar. O işi yapanları en ince detayları ile incelemek, düşme kalkma, yaralanma pahasına mücadele edip başarabilmek arzumu, bahçemin o güzel ağaçlarına borçluyum. Sabrı, mücâdele etmeyi, kolay pes etmemeyi ilk olarak, badem, kayısı ve dut ağaçlarından öğrenmişimdir.

Salıncak kurardık, yaz gelince… Halata benzer kalınlıkta ipimiz olmadığı için çamaşır ipini iki kat yapardık. İlk zamanlar ağaca çıkmayı başaramadığım için ipin bir ucuna terliğimi bağlar dalın üstünden aşırmaya çalışır, aşırınca da çeker, bir güzel düğüm atar, en alta kilim koyar, onun üstüne de eski bir minder, oturur bir güzel sallanırdım.

Salıncak kurmak incelikli işti; gövdesi en uzun olan ağaç seçilecek, ana gövdeden en uzak dal bulunacak, bu dalın da hiçbir dala takılmadan, sürtmeden, rahatlıkla salıncağın en uygun açı ile sallanacağı yeri bulup ip yerleştirilecek. Bütün bu hesaplamaları yapmak zorundaydık. Salıncak, gövdeye yakın olsa, sallanırken çarpardık. Dal yere yakın olsa, sallanmaktan zevk almazdık. Dalların arasında olursa takır takır ip sürtüne sürtüne kopardı da kendimizi can havli ile yerde bulurduk. Hâsılı salıncak kurmak, pek de kolay bir şey değildi.

Halamların bağının ortasında öyle büyük bir ağaç vardı ki; gövdesi upuzun, dalları aralıklı ve ana gövdeye değmiyor. Halamın torunları tırmanır, o ağaca salıncak kurarlardı. Onların halatları olduğu için kopma tehlikesi de olmazdı. Sallayıcı da güçlü oldu mu, Allah, seyreyle sen o heyecanı!.. Kalbin yerinden çıkacakmış gibi olur. Uzun salıncak, seni öyle yükseklere çıkarır ki, ayakların yukarı, başın neredeyse aşağı gelir de tepe üstü kayıp yere çakılacağım sanırsın. Ben onları kendi küçük dutumuza kurulu küçük salıncağımda sallanırken seyrederdim. Öyle kendi kendime sallanmak zorunda olduğum için de ikide bir toprağa ayaklarımla destek yapar, hız ve ivme kazanırdım. Ama uçsanız bile ne kadar uçacaksınız. Halamın torunları neredeyse 180 derece uçuyorlar, ben doksanı bulsam şükrediyorum.

 Arka mahallede oturan, arada bir gördüğüm, kendisi ile hiç oynamak nasip olmamış bir Ayşe vardı. Onlar halamların bağından yaprak toplamaya gelmişler, Ayşe de annesi ile birlikte…

“-Binsene…” dedi, “Seni sallayayım.”

O güne kadar kimseye hızlı sallarlar da düşerim korkusundan:

“-Beni sallar mısınız?” diye teklif edemeyen ben:

“-Gel, seni sallayayım.” teklifini alınca:

“-Tamam…” dedim “Hadi!”

Oturdum, salıncağa. Ayşe başladı beni sallamaya, önce yavaş yavaş, sonra gittikçe hızlanıyor. Ben bağırıyorum:

“-Ayşe yavaş salla düşeceğim.”

Duyan kim? Bütün gücüyle itiyor salıncağı.

“-Ayşe yeter!”

Devam ediyor. Ayaklarım tepelerde kafam kara toprağa tepe taklak bakıyor, bizim Ayşe, beni deli gibi sallıyor. Benim feryatlarım ortalığı yıkıyor. Annesi yetişti, Ayşe salıncağı bıraktı, ben de bet beniz atmış bir vaziyette, ellerim zangır zangır titreye titreye indim salıncaktan… Salıncakta ahdettim, iner inmez, canıma kasteden bu canavara haddini bildireceğim. Üstüne yürüdüm Ayşe’nin:

“-Sen beni öldürmek mi istiyorsun, neden duymuyorsun?”

Annesi, gözyaşlarından suratı hoşafa dönen beni kucakladı:

“-Kızım Ayşe saftır; birincisi iyi işitmez, ikincisi senin düşebileceğini düşünemez.”

Birden bire durakladım. Kim, kimden öç alacak. Gittim, kendi güvenli salıncağıma oturdum. Bir daha da o deli salıncağa binmedim.

“-Elindeki ile yetinmeyen böyle rezil olur.” dedim, bir de... “Sallayan Ayşe değil de başka birisi olsaydı kim bilir ne güzel olurdu!” diye düşünmeden de edemedim. O gün akıl ve anlayışın, birbirinden farklı olabileceğini, ben yukarıda can çekişip kötü zanlar içinde kıvranırken durumun hiç de benim zannettiğim gibi olmadığını, eşyanın hakikatini direkt bakarak görmenin mümkün olamayacağını, ancak yaşayarak öğrenebileceğimi öğrendim.

Hayatım boyunca, öfkemin en üst sınırını o gün öğrenmiştim. Öç alma ve kin tutma duygumla da o gün tanışmıştım. O gün dehşet bir tespit yapmıştım: Kendimi tanımak, insanlarla yaşamakla mümkündü. Kişi, ancak etkilere verdiği tepkileri tarta tarta kendisini tanıyordu. Arzularını, hasretlerini, öfkesini, sevincini, merhametini, acımasızlığını, olaylara verdiği tepkilerden öğreniyordu.

Şimdiki çocukların neden kendilerini tanımadıklarını hep sorgularım, sebebi şu olmalı: Hayatın problemlerini hiç kendi başlarına çözmedikleri, arkadaşlıkları çok sığ ve niteliksiz olduğu için sadece konuşmaya dayalı arkadaşlıkları olup, davranışa dayalı arkadaşlıkları olmadığı için kendilerini tanımıyorlar, nefislerini bilmiyorlar. Birlikte ağaca çıkmadıkları, püs toplamadıkları, ağacın altından ayakkabılarını alıp kaçırmadıkları, ağacın tepesinde öylece yalnız bırakılmadıkları için, hayatın problemlerini çözemiyor, hayat okulunda sınıfta kalıyorlar.

Hayat, okuyarak öğrenilmiyor; kişi kendisini kitap okuyarak, bilgisayar oynayarak tanıyamıyor. Bilakis yaşayarak, tecrübe ederek olgunlaşıyor. Ben, zâhire bakıp Ayşe’nin deli gibi sallaması ile değil de eşyanın bilinmeyen yüzü; Ayşe’nin saf ve duymadığını bilerek ona göre davranmanın önemini öğreniyordum. İşin hakikati ile, gördüğümüzün hiç de aynı olmadığını, zâhirin bazen çok da aldatıcı olduğunu yaşayarak öğreniyordum.

Ağacın yaprakları, hele mâbeynimizin arka penceresindeki o koca dut ağacımızın yaprakları… Yazın yemyeşil, yelpaze vazifesi yapar, bizi serinletir, altında gölgelendirirdi. Yazın sonuna doğru sararmaya yüz tutar, yavaş yavaş tüm dallara nasıl tek tek döşeniyorlarsa, tek tek dalları terk ederlerdi. Ekim’in sonuna doğru yaprakların düşüşü hızlanır, Kasım ve Aralık’ta neredeyse bir tepecik oluşurdu ağacımızın altında… O yaprakları bir araya toplar, bata çıka yaprak dağımın tepesine çıkar, sırt üstü uzanırdım çocukken. Yapraksız dalların arasından gökyüzünü seyretmek ne güzel olurdu. Biz o yaprakları hiçbir zaman toplayıp da çöpe atmazdık. Kışın terk edilen bahçemizde öylece kalırlardı. Kâinât, öylesine intizam içindeydi ki, ilkbahar olana kadar bütün yapraklar yok olur, bahçe tertemiz olurdu. Yağan yağmurlar, yaprakları iyice ıslatır, parçalardı. Rüzgarlar da o parçaları etrafa, çok uzaklara küçük parçalar hâlinde savurarak, yaprakların yok olmasını kolaylaştırırdı.

Kabataş’ta metrodan indikten sonra Dolmabahçe caddesinden yürüyerek Beşiktaş’a inerim. Çınar ağaçlarının koca koca yaprakları tek tek dökülüyorlar. Hepsinin birden döküldüğünü hiç görmedim. Ben yürürken yaprakların arasından yürümeyi, onları dağıta dağıta yürümeyi çok severim, küçüklüğümden beri… Öyle kuru taşların üstünden değil, yaprakların üstünden... O kadar hafiftirler, o kadar havalanmaya ve uçmaya hazırdırlar ki, siz adımınızı atarken savrulurlar. Yürürken yaprakların birisi, başımın üstüne düşüverdi de:

“-Bu benim bahtımdır.” deyip, kitabımın arasına koydum.

Kuruyunca kıtır kıtır olmuş, yer yer çatlamış. Kâinât, kendini ne güzel tasfiye ediyor. Ve kâinât, ne kadar temiz… Allâh’ın “kuddûs” ismi, ne de güzel tecellî ediyor. Hayran hayran kâinâtı seyretmek ne güzel!.. Görmeye başlayınca kâinât kendi lisânınca konuşmaya başlıyor.

Eğitim, çocuğa, sadece okulda verilmez. Hayat okulunda çocuklar, Rablerini, kâinâtı ve nefislerini öğrenirler… Bu eğitim, en güzel eğitimdir. Allah Rasûlü’nün eğitimi, işte tam da budur. İnsanlık eğitimi... Sıkıntılar içinde en doğru, Allâh’ın en râzı olduğu kararlar bu sâyede verilir. Aynı olayla on üç yaşında karşılaşıp tecrübe edinmiş bir kişi ile, otuzunda karşılaşan kişinin rûhî gelişimi aynı olmasa gerek… Hayatı doğru okuyabildikçe insan oluyoruz. Ağaçlar, okumasını bilene çok şey öğretirler. Hayatlarının bir döneminde, çocukların mutlaka ağaçların eğitimine tâbî tutulmaları gerekir.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle