IRMAKLAR, AĞAÇLAR VE YÂR

Herkesin husûsiyle sevdiği biri vardır sahâbeden... Başta Mus’âb -radıyallâhu anh- olmak üzere, herkes meşrebine göre bir sahabîyi can ile sever, onunla ilgili her şeyi merak ve ilgi ile dinler, öğrenir, onu duâlarına katar. Hatta bir çocuğa isim konması mevzubahis olunca hemen bu sahabenin ismini ortaya koyar.

Tatlıdır, bu husûsî sevmeler...

Benim böyle sevdiğim sahâbî sayısı birle sınırlı değil. Meftûnu olduğum çok sahabî var. Her birinin farklı bir sembolü ve ifade ettiği mânâ var, benim ruh ülkemde. Onlardan Muâz -radıyallâhu anh- öyle bir mânâ taşıyor ki, beş vakit namaz sonrası yanıbaşında buluyorum kendimi.

 Ben Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-’ı severim. Ensar’dan... Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu, Abdullah ibni Mes’ud ve Câfer-i Tayyar Hazretleri ile kardeş yapmış hicretten sonra… Müslüman olduğunda on sekiz yaşında imiş. İlme istîdâdı çok yüksek olduğu için Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onunla husûsî olarak ilgilenirmiş. Yemen’in irşâdında ona vazife vermiş. Yemen’de bembeyaz bir câmi var, onun adına... Kabri Şam’da, Hazret-i Ömer zamanında Şam’a gönderilmiş.

Bu, nebevî teveccühe mazhariyetle müşerref mübârek genç, Hazret-i Muâz, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’le namaz kılmış bir gece… Namaz bitince Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona dönmüş, elini ellerinin arasına almış ve:

 

يا معاذ، والله، إني لأحبك

 

“-Ey Muâz, vallâhi, ben seni çok seviyorum!” buyurmuş.1

Sevgiliden bu hitâbı duymak, ne muazzam bir nîmet, İlâhî!..

Muâz -radıyallâhu anh-’a bu fazilet yeter...

Hani Hayber’de bir türlü fetih gerçekleşmiyordu da Peygamberimiz:

“-Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki, Allah ve Rasûlü onu sever, o da Allah ve Rasûlü’nü sever. Allah, onun eliyle fethi gerçekleştirecektir.” buyurmuştu.

Hazret-i Ömer:

“-Kumandanlığı, o günkü kadar arzu ettiğim başka bir zaman olmamıştır!..” demişti. Ne için? Peygamberimiz’in sözündeki “Allah ve Rasûlü, onu sever” ifadesinden dolayı…

Ne tarafa dönse, kendisine muhabbet ve hürmetle bakan gözlerle karşılaşan Sevgili, Muâzcığıma dönüp muhabbet izhâr ediyor. Üstelik arapçanın husûsiyetinden kaynaklanan, üç tane üst üste te’kid ile; “vallâhi innî leuhibbuke” hem yemin, hem “innî” hem de “le” ile..

Muaz -radıyallâhu anh-’ın içinde, muhâcir kardeşi Câfer-i Tayyar şevk ile dönmeye başlar. -Şâd olsun Câfer’in de rûhu, küşâd olsun cenneti dolduran kanatları!- Kâinâtın bütün ırmakları içine dolar. Bütün ağaçları apansız çiçek açar. Mâneviyât büyükleri, tebrik ile selâma dururlar.

Sevgiliye muhatap olmak ne şereftir! Muâz; neşe, sevinç ve şükür çağlayanı bakışları ışıl ışıl, konuşur:

 

“وأنا والله يا رسول الله أحبك

 

“-Ben de, vallâhi, sizi çok seviyorum, Yâ Rasûlallah!”

Mahcup, edepli...

O’nu sevmek, îmânın ölçüsü ve miyârı... Cenâb-ı Hakk’ın:

“De ki: «Eğer babalarınızı, evlâtlarınızı, kardeşlerinizi, eşlerinizi, hısım akrabanızı, kazandığınız malları, bozulmasından korktuğunuz ticareti ve hoşunuza giden evleri, konakları Allah’tan, Peygamber’den ve Allah yolunda cihad etmekten daha çok seviyorsanız, Allah, emrini gerçekleştirinceye, yapacağını yapıncaya kadar bekleyiniz. Allah yoldan çıkmışlar gürûhunu doğru yola iletmez.» (et-Tevbe, 24) buyurduğu bir sevgi... Yeryüzünde ve gökyüzünde, insan veya melek, mal ve mülk, hiçbir şeyin sevgisi, o sevginin önüne geçmeyecek... Zât-ı âlîsi buyuruyor:

 

لا يؤمن أحدكم حتى أكون أحب إليه من والده وولده والناس أجمعين

 

“Sizden biriniz, beni -Allah Rasûlü’nü- kendi evlâdından, anne ve babasından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe, gerçek mü’min olamaz.”2

* * *

Kâinâtın mürebbîsi -sallâllâhu aleyhi ve âlihî ve sellem- bu yağmur inmiş toprak gibi bereket kokan sîneye saçmaya başlıyor ubûdiyet tohumlarını:

“-Sana tavsiyede bulunmak istiyorum...”

* * *

Yâ Rasûlallah! Gecenin derûnunda, nedir rûhuma açtığın bu ışıl ışıl pencere? Gözlerinden gönlüme akıttığın bu çağlayanda rûhum yıkanırsa, sonsuzluğa erer. Bengisu pınarlarına dokunuyor ellerim karanlıkta... Sen, bana hangi âlemin kapısını açıyorsun böyle, ki gözlerimi kamaştırıyor, başımı döndürüyor kokusu?!

Ey varlığın eşsiz kokusu, hangi bahçeden topladın bu kuş seslerini, boşaltıverdin kalbime de, sevinçten çatlayacak, tatlı narlar gibi! Sen bana böyle öğretirsen elif’i be’yi, çabucak eriştirirsin o kapıya beni. Ey usûl-erkân sahibi! Ey tecrübeli, ey merhametli, ey dirâyetli öğretmenim!

* * *

“-Buyur, tavsiye et yâ Rasûlallâh!”

“-Öyleyse her namazdan sonra şöyle duâ et, ey Muâz:

 

اَللّـٰهُمَّ أَعِنِّي عَلىٰ ذِكْرِكَ، وَشُكْرِكَ، وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ

 

“Allâh’ım; Seni zikir, Sana şükür ve Sana güzel ibadet edebilmem için bana yardım et!”

 

* * *

Ben ırmakları severim... Kimi nazlı, kimi coşkun; kimi kıvrım kıvrım, kimi sızım sızım akarlarken oturup suya bakmayı, gözlerimi kapatıp suyun sesini dinlemeyi severim. Onlarda insanın Rabbine yolculuğunu hatırlatan birkaç kuvvetli yön var. Nerede olurlarsa olsunlar, bütün sular, büyük bir suyu arar, ona doğru akar. Bütün nehirler, bir denize dökülür. Başını taşlara vura vura, yâre doğru koşar sular...

 

“Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl

Başını taştan taşa vurup gezer âvâre su”

(Su Kasîdesi, Fuzûlî)

 

“Menâzilü’s-Sâirin” müellifi mübârek zât Hâce Abdullah el-Ensârî, “Tabakâtü’s-Sûfiyye” isimli eserini yazarken şehir şehir gezerek tâ Ebu’l Hasan Harakânî hazretlerini gördüğünde:

“-Onunla karşılaştığım zaman bir ırmağın denize kavuştuğunda duyduğu coşkuyu duydum. Ben mârifeti ondan öğrendim.” buyurmuş

* * *

Ben ağaçları severim… Şekil şekil duruşları, yaprakları, kokularıyla her biri ayrı bir mânâya kapı açar zihnimde. Dostlarıma ağaç isimleri vermek gibi zevkim vardır. “Sultan-ı zaman” ıhlamur ağacıdır meselâ. Hâtıralar ormanında “akasya”lar da var, “incir ağaçları” da. Bir ağaçmışım gibi konuşmayı, düşünmeyi öğrendi kalbim. Çiçek açtım her bahar... Yapraklarım döküldü hazan mevsimi girince... İlk kızım için bir manolya ağacı, ikincisi için nar ağacı dikmek ukdem oldu. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, ağaç diken sahâbîlere, cennette bunların daha hayırlılarını dikmeleri için “subhanallâhi velhamdülillâhi velâ ilâhe illâllâhu vallâhu ekber velâ havle velâ kuvvete illâ billahi’l-aliyyi’l-azîm” tesbihini tavsiye ettiğini öğrendiğimden bu yana, geziniyorum cennetin uçsuz bucaksız ormanlarında…

Ve ben, rûhuma cemâlden bir ayna olan yâri severim. Cemâl; insanın içini ürpertecek kadar muazzam güzellik... Hâli, tavrı, endâmı, sözü, bakışı, susuşu, varlığı ve istiğnâsı ile Yâr güzeldir ve benimdir. Yüreği, beyaz bir güvercin gibi avuçlarımdadır ve nabzı benim yüreğimde atmaktadır. Suhûletidir (kolaylığıdır) hayatın, müsehhilidir (kolaylaştırıcısıdır) hem… Dinimin yarısı için kanadımdır; dünya için vuslatım, ukba için murâdımdır. Sür’atimdir ilâhî aşk sahrasında. Kazâsıdır aşksız geçen yıllarımın, keffâretidir acı ile inen gözyaşlarımın… Şükrümün ziyâdesidir, alnımın akı… Taze pişmiş kahve kokusu gibi başımın sarhoşluğudur, gözümün ışığı. Duâya açılan ellerimin konuğu, Kur’ân okuyan dilimin nûrudur. Aşılanmamış ahlat ağacı gibi acı duran yanlarıma armut ağacı aşısıdır, tatlı meyvelerimin mübârek menşei...

* * *

Irmağa, ağaca ve yâre bakıyorum ölüm yatağına yattığım yerden… Irmaklar durgun, ağaçlar sâkin, yâr boynu bükük. Renkleri solgun, kokuları zayıf... Ben yaşamayı bunlarla sevmişim, evet!

* * *

Babacığımın mütevâzî, ama derin kitaplığında çocuk yanıma hitap eden küçük, ince, tek kitap Ömer Kirazoğlu beyin “Açlık ve Az Yemek” kitabıydı. Açlık, hep tatlı ve kıymetli bir şey oldu, o kitabı okuduktan sonra. Peygamber tasdikli açlıklar olan Pazartesi-Perşembe oruçları vazgeçilmezimdi. Yemekten lezzet almayı “züll” sayardım kendime. Hâmilelikler, anne sütü dönemleri ile kesintiye uğrayan o tatlı açlık günlerini hasretle bekliyorum şimdilerde... Bir bardak suyun, bir tek meyvenin, az yemenin tadını ve kıymetini bildiren oruç disiplinine ihtiyacı var uslanmaz nefsin, doymamış gözün, görmemiş kalbin!..

Uzun kış gecelerinde ne zaman uyansa su içip yatmakla yetinmeyen, her seferinde abdest alıp iki rekât namaz kılan zâtlar var, şanlı irfan tarihimizde… Şimdilerde Cenâb-ı Hakk’a boyun büküp naz yapmamıza, anlayış beklememize neden olan, mâzeret olarak sunduğumuz zorluklar, Allâh’ın bize açtığı hızlı ilerleme noktaları…

Biz ne yapıyoruz?

Uyanıyoruz:

“-Hastayım, âcizim; Rabbim, hâlimi sen biliyorsun!..” deyip örtümüze iyice sarılıyor ve uykuya dalıyoruz.

Silikleşiyoruz aslında huzûr-i ilâhîde... Vermek, infak söz konusu olduğunda da böyle, hizmet mevzuunda da... Soğuk çöl gecelerinde alnını koyduğu kum tanelerini gıpta ettiren şerefli zâtlar, o şerefe nâil olmak için herkesten fazla fedakârlık ettiler. Mallarından, canlarından, nefislerinden...

Kur’ân’ı gece vakti tertîl ile, hafif bir sesle yavaş yavaş okumanın tadı, hiçbir vakitte yok!.. Lâkin saf ve temiz kalmış dimağlar için böyle... Başka tatlara alışmış bir dimağın hemen “Kur’ân’ın gece tadı”nı alması zor. Ne demişti bir hocaefendi:

“-Uykusu gelmeyen Kur’ân okusun, tesbih çeksin!.. Şeytan istemez o fiilleri, hemen uyutur.”

Uykumuzu da, uyanıklığımızı da şeytanın elinden kurtarmamız için bize yardım et Rabbimiz!.. Âmin.

* * *

Bir seferinde aynı konuda uzman bir grup âlimi dinlemek nasip olmuştu. Mevzû çok da ilgimi çekmiyordu. Ama bu uzman oluş, öyle bir tat veriyordu ki programa, vazgeçmek mümkün olmuyordu. Sonradan hep bunu diledim: Allah’tan hakkıyla korkan âlimlerin meclislerinde bulunmayı...

Meclisinde bulunmakla aynı değil, râbıta kurmak, yazılarını okumak!..

İnsanın tomurcuklarını çatlatan bir güneş gibi Allah dostunun meclisi... Eksik, kusur, kaçak gösteren çok güçlü projektörler gibi feyzi...

Ama yazılarından, râbıtasından direk Hakk’a ulaştıran bir merdiven de var. O merdiveni görüp tırmananlar, meclisinde bulunup da verimsiz olanları çok gerilerde bırakıp hızla yükselir. Ehline mâlum...

Yine de ben “meclisinde bulunmanın sühûleti”ni (kolaylığını), “hasretini çekmenin bereketi”ne tercih edeyim/mi, bilmem...

Hangi sahâbe, Üveys’in yerinde olmak ister ki; Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbetini versin de Karen’in dağlarını alsın...

İmtihanımızı en kolayından ver Rabbimiz... Âmin.

* * *

Böyle karmaşık değil, yüzeysel değil; kısa, öz ve sağlam bir duruşu var Hazret-i Muâz’ın. Muâz -radıyallâhu anh- ölüm yatağında şöyle duâ ediyordu:

“-Rabbim, Sen çok iyi biliyorsun ki, ben yaşamayı nehirlerin akması, ağaç dikmek ve kadınlarla evlenmek için sevmedim! Fakat öğle sıcağının susuzluğu, gecenin zorluğuna göğüs germek ve zikir halkalarında âlimlerle birlikte oturmak için sevdim.”3

Şu söz günlerce mest etti beni, serâzâd (başıboş, hür) gezdim dünya sahrasında bu sözün tadıyla.

“-Ben de ey Muâz, ben de!..”

Doğrulanmış bir hayatın sonundan konuşuyor o!.. Mâşaallâhu lâ kuvvete illâ billah...

Rabbim; Seni zikir, Sana şükür ve Sana güzel ibadet edebilmem için bana da yardım et! Âmin..

Nehirlerin akması, ağaç dikmek, evlenmek dünya hayatının lezzetlerinden… Oruçlu bir insanın öğle sıcağındaki susuzluğu; gece vaktinde tatlı uykudan, sıcak yataktan kalkıp abdest almalar, namaz kılmalar, Kur’ân okumalar; zikir halkalarında ilim adamları ile birlikte bulunmak ise ehl-i ukbânın lezzet aldığı uhrevî kalp nîmetleri… Yaşamaktan lezzet almak, mü’min için, yine bâkî hayat için ve bâkî nîmetlerden olsun; “fânîyim, fânî olanı istemem” sırrınca...

“Vâhidiyyet” var, aynı çizgilere sahibiz; “ehadiyet” var, her birimiz, kişiye özeliz.

Rabbimiz, sahâbe efendilerimizi güzel kılan bakış açısını bizlere de nasip et!.. Nehirlerin, ağaçların, mecâzların karşısına susuzluğu, zorluğu, ehl-i dil ile dostluğu koyabilelim. Bizi yeniden âlim ve fâzıl zâtların sohbetlerine kavuştur. Ve artık ayrılmamayı nasip et... Orucu sevelim, teheccüde alışalım ve ehl-i Hakk’ın halkasından ayrılmayalım ve dahî halkasına katılamayacak kadar uzaksak, ehl-i Hakk’a; “halkasına katılacak bir âlim arayanlar” için âlim olalım. Kendini bilen ve oradan Rabbini bilmek nasip olan âlimlerden...

 

1 Ebû Dâvûd,Vitir, 26; Nesâî, Sehv, 60.

2 Buhârî, Îmân 8; Müslim, Îmân 70.

3 “Medâricü’s-Sâlikîn fi Şerhi Menâzilü’s-Sâirîn”, İbn-i Kayyım el-Cevzî, c. 2, sh: 237.

 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle