ÇOCUĞU, SADECE ANNE-BABA YETİŞTİRMEZ!..

İnsanın dünyaya geliş serüveni, anne ve babalarla başlar. Onların bedenlerinin birer parçası demek olan çocuklar, yine anne ve babanın yakın bakım ve himâyesiyle hayatın ilk zorluklarını aşarlar. Bebeklik ve çocukluk devrelerini atlatırlar.

Yapılan araştırmalar, hâmilelik döneminden okul devresine kadar çocukların, anne ve babalarının her türlü söz, davranış ve alışkanlıklarından son derece etkilendiğini ortaya koymaktadır. Yani doğum öncesinden itibaren, anne ve babaların, çocuklarının şekillenmesinde müstesnâ bir yeri vardır. Ancak ya ondan sonra?

Bir kere, insanların kimyası demek olan “karakter” ve “huy”ları üzerinde anne ve babaların tesiri son derece azdır. Bu, tamamen ilâhî takdir gereğidir. Bazen bir âlimden zâlim, bir zâlimden âlim doğduğu inkâr edilemez bir gerçektir.

Diğer taraftan anne ve babaların yaşadıkları sosyal çevre, iş ve hizmet alanları, bulundukları semt veya yaşadıkları mahalle, komşular, iş arkadaşları, varsa çocuğun gidip geldiği kreş ve benzeri yerler de az-çok ebeveynin tercihlerine göre şekillenir. Meselâ ahbab ve arkadaşlarından bazıları ile sık sık temas edip görüşen ebeveyn, bazıları ile en azından çocuklarının yanında hiç görüşmez. İşte bu tercihler, çocuğun yetişme ortamındaki çevrenin ve örnek alacağı insan tip ve alışkanlıklarının çerçevesini çizmeye başlar. Aynı şekilde okul başladığı zaman anne ve babanın tercihleri, çocuğun aldığı eğitimi ve arkadaş çevresini bir yere kadar belirler.

Bütün bunlara rağmen anne ve baba, evlatlarının her görüştüğü insanı veya girip çıktığı her yeri tesbit etmeye ve şekillendirmeye muktedir değildir. Böyle bir şey, öncelikle hayatın işleyişine terstir. O hâlde çocuklar, anne ve babalarının uzanamadığı noktalarda ilgisiz ve sahipsiz mi kalmalıdır? Yahud onların kötü arkadaş ve çevrelerini tesbit imkânsız mıdır?

Eskiden “kentleşme” denilen kültürün toplumu derinden etkilemediği ve insanların tek tek fertler şeklinde yaşama alışkanlığını henüz kazanmadığı yer ve zamanlarda, bir “sokak” ve “mahalle kültürü” vardı. Herkes, herkesten kendisini sorumlu hissederdi. Çoğu kere anne ve babanızdan uzak olduğunuz ortamlarda bile, tanıdık bir komşu, eş-dost, akraba davranışlarınıza müdâhale eder, sizi yanlışlardan uzak tutmaya çalışır, en azından kendisini bununla mes’ul hissederdi. Belki bu durum, “emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker”, yani iyiliği emredip kötülüğü yasaklama düsturunun hayata yansımış şekli idi. Biz, komşularımızın veya tanıdıklarımızın yanında kendimize çeki düzen verir, sanki anne ve babamızın yaptığımız her şeyden haberdar olduğunu hissederdik. Âdeta “toplumsal bir otokontrol sistemi” devredeydi. Ancak maalesef şu an pek çok şehrimizde, insanlar, kendi evlerinin dışındaki her şeye karşı ilgisiz… Bir nemelâzımcılık, bir vurdumduymazlık hâkim…

Hani bir hikâye vardır. Bir ziyâfet esnasında misafirlere yemek yemeleri için uzun kaşıklar vermişler ve her biri kendi tabağından yemeğe çalıştığı için kimse doğru dürüst yiyememiş. Sonra aynı sofraya dervişleri çağırmışlar. Onların her biri kendisinden ziyade kardeşini düşündüğü için uzun kaşığı karşısındakine uzatmış ve böylece herkesin karnı doymuş. İşte tıpkı bu hikâyedeki gibi, eskiden herkes, herkesin çocuğuna, kendi çocuğuymuş gibi bakar, onu kötülüklerden sakınır, onun gönlünü almaya çalışır ve terbiyesine az-çok katkıda bulunurdu. Böylece çocuklar, sadece anne ve babalarından değil, çevredeki insanlardan da bir şeyler öğrenirdi.

Buna benzer bir husus da eskiden insanların daha kalabalık âileler hâlinde yaşamasıdır. Anne ve babalar gündelik işlerin telâşesi ile meşgul olurken, birlikte yaşadıkları dede ve nine emsâli yakın akrabalar, çocuklarla daha fazla zaman geçirme imkânına sahip olurlardı. Böylece çocuklar, anne ve babalarının meşguliyeti esnasında hem hoş vakit geçirir ve hem de pek çok tecrübe edinmiş olurlardı. Çocuk eğitimi gibi zor, ağır ve çok yönlü bir vazife, böylece bölüşülüp hafiflemiş olur.

Günümüzde her ne kadar evlatların yetişmesi sorumluluğu anne ve babanın sırtında ise de, artık ne babalar, ne de anneler çocuklarına yeteri kadar vakit ayıramamaktadırlar. Çünkü modern toplum hayatı ve tükenmek bilmeyen istek ve ihtiyaçlar, ebeveynin birlikte çalışmasını gerektirecek noktaya getirmiştir. Bir de insanların daha lüks yaşama istekleri ve kanaat noksanlıklarını eklediğimizde iyice sahipsiz kalan çocuklar, anne ve babalardan çok sokakların, okul arkadaşlarının, televizyonun ve internetin terbiyesi altına girmiş olmaktadırlar. Bu ise, anne ve babalarının bir müddet sonra, evlatlarını tanıyamamalarına sebep olmaktadır.

“Benim evladım kötülük yapmaz!” düşüncesi, çocuklarımız hakkında kuru bir iyi niyetin mahsulü olmamalıdır. Küp, ne ile dolarsa, içinden o sızar. Biz, çocuklarımıza ne verebildiysek, ileride karşımıza çıkacak olanlar da bunlar olacaktır.

Eğer çocuklarımızı, bir anne ve baba olarak kuşatamıyor, hayır ve güzelliklerle dolduramıyorsak, en azından onları etraflarından iyilik devşirebileceği çevrelere sokmalıyız. İyi insanların bulunduğu okullara, kreşlere, yurtlara ve kurslara göndermeli, yakın arkadaş çevresini sık sık kontrol etmeli ve âile olarak yine sâlih ve sâliha kimselerle görüşmeliyiz.

Evet, belki, yukarıdan beri ifade ettiğimiz gibi, anne ve babalar, çocukların eğitimini tek başlarına gerçekleştiremezler. Ancak onlara uygun muhit, okul ve arkadaş çevresini hazırlamak, yine ebeveynin elindedir.

Son olarak şunu da ifade etmeliyiz ki, biz, çevremizdeki insanlarla ve onların çocukları ile ilgilendikçe, Allah Teâlâ, bizim evlatlarımızla ilgilenecek kimseleri var edecektir. Bu yüzden kendi çocuklarımıza dair sorumluluklarımızı ihmal etmeden, yanıbaşımızdaki bir çocuğun da başını okşamayı unutmayalım. Çünkü hepimiz, çevremizden derece derece sorumluyuz.

 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle